Akademik çalışmalarda “klâsik şiir” olarak anılan ama geniş kitleler tarafından daha çok “divan şiiri” adıyla bilinen bu şiir geleneği, kaba bir tarihlemeyle yaklaşık 500 yıl hayatiyetini sürdürmüş; Türkçe şiir zevkini, pek çok Batılı şair ve entelektüeli kendisine hayran bırakacak kadar yücelere çıkarmıştır. Bu ve müteakip birkaç yazıda divan şiirinin ne olduğunu ve ne olmadığını tartışacağız.
Niçin “divan” şiiri? Bilindiği gibi eski şairler, 1928’e kadar kullandığımız Arap harflerinin her birinden yaptıkları kafiyelerle en az bir şiir söyledikten sonra (divanlarda gazeliyyât’tan yani gazellerden başka münâcât, na’at, kasâid, kıt’a gibi türlerde bazı şiirler de söz konusuydu) şiir defterlerini “tedvîn” ederler, (tedvîn etmek, divan hâline, kitap hâline getirmek demektir) derleyip toplarlar, düzene sokarlar ve iki kapak arasına alırlardı. O zamanlar matbaa Osmanlı topraklarında henüz yaygınlaşmadığı için tanzim ve tedvin edilen bu şiirler, şairin maddî gücü nispetinde veya kendisini himaye eden, bugünkü tabirle “finanse” eden devletlünün sayesinde meşhur bir hattata yazdırılır, yazılan sayfaların kenarları tezhiplenir, süslenir ve nihayet maharetli bir ciltçinin günlerce uğraşından sonra bugün “yazma eser” dediğimiz zevk harikası ortaya çıkmış olurdu. Her şeyin otomatiğe bağlandığı, el emeği harcanmadan, göz nuru dökülmeden, fabrikasyon teknikler sayesinde çabucak, yüzlerce, binlerce üretildiği bir zamanın çocukları olarak bizim bu süreci anlamamız biraz güçtür. Şairin söylemek, bazen de yazmak için (zira bazı divanlar “müellif nüshası” yani şairin kendi eliyle yazılmıştır) yıllarca çalıştığı, hattat ve müzehhibin, sonra mücellidin saatlerce, günlerce uğraştığı bu eserlerin orijinallerini bugün elde edebilmek her babayiğidin harcı değildir. Zira kolay üretilmeyen, nâdir veya ele geçmesi zor olan her şey pahalıdır. Şairin dediği gibi:
Bin câna virmese n’ola bir bûsesini yâr
Az olıcak metâ’ olur anın bahâsı çok
(O sevgili, bir öpücük karşılığında bin can istese n’olmuş? Bir metâ’ az olunca onun bedeli çok olur)
Bir kitap kolay ortaya çıkamadığı gibi, buna sahip olmak da kolay değildi. Yani kitap, bugünkü nesillerin anladığı gibi kısa sürede binlerce üretilmiş, reklâmı / pazarlaması yapılmış, satılmış / alınmış herhangi bir “mal, meta” değildi. Ali Emirî Efendi gibi, devlet memuriyeti zamanında sadece bir eseri görmek için görev yerini değiştirten kitap meraklılarının, “ayaklı kütüphaneler”in varlığını hatırlamak bile bu eski kitap aşkının ve kitabın değerinin ne olduğunu anlamaya yeter.
Yukarıda, şairlerin hâmilerinden, yani bir anlamda finansörlerinden bahsettik. Bu, divan şiiri ve divan şairleri için önemli bir noktadır. Zira uzun yıllar, divan şiirine yapılan saldırılardan bir tanesi, şairlerin sadece para, makam vs. maddî kazançlar elde etmek için, padişah, paşa ya da benzeri itibarlı ve güçlü kişileri övmek için şiir yazdıklarıydı. Bu hükümde bir parça doğruluk payı vardır. Batı’da, özellikle Avrupa’da olduğu gibi, Osmanlı şiir ikliminde de birçok şairin koruyucusu, maddî anlamda destekçisi vardı. Fakat bu koruyucu veya kollayıcıların hepsi, kendilerini övsün diye şaire para vermedikleri gibi, her şairin de illâ bir hâmisi olacak diye bir kural yoktu. Aksi hâlde sadece Osmanlı’nın değil, devirlerinde cihan padişahı olan Fatih Sultan Mehmed’in, Yavuz ve Kanunî’nin şiirlerini açıklamak mümkün olmazdı. Yani, şiir sadece para, makam, mevki gibi şeyler için yazılıyor idiyse, bu padişahlar kimden, ne medet ummuşlardı? Klâsik şiirimizin en büyük divanına sahip olan Muhibbî (Kanunî Sultan Süleyman), kendisini kurtarsın ve beslesin diye kime el açmıştı?
İsimlendirme problemine birkaç cümleyle devam edelim… Arapça-Farsça kelime ve terkiplerin çokça kullanıldığı, bu dillerde yapılan sanatların ve yaratılan imajların sıklıkla yer aldığı divan şiirine “klâsik” denmesinin sebebi, yüksek bir zevk ve estetikle yazılmış olması, bu şiir geleneğinde çok sıkı ve şaşmaz bir biçim ve dil endişesinin yer almasıdır. Ve bu özellikler, dünyanın bütün klâsik edebiyatlarında az-çok mevcuttur.
“Yüksek Zümre Edebiyatı” da bu şiir için yapılan diğer bir adlandırmadır ve içinde çok büyük sorunlar, çelişkiler ve isabetsizlikler barındırır. Zira bu adlandırmanın çıkış noktası, divan şiirinin sadece aristokratlar arasında söylenen, dinlenen (ya da okunan), toplumun bütününe yayılmayan, halkın anlamadığı ve tanımadığı bir sanat olduğu iddiasıdır. Elbette divan şiiri, üstün ve incelmiş bir zevkin, bir zevk-i selîmin ürünüdür ve incelmiş, rafine zevklere hitap eder. Herkesin bu şiiri anlaması, bu şiirdeki sanat, imaj veya göndermelere vâkıf olması mümkün değildi zira kaliteli bir beyit ya da gazelde yerine göre Kur’an-ı Kerim’den, hadis-i şeriflerden, tasavvuf deryasından, bütün bir doğu mitolojisi ya da kozmolojisinden izler olabilirdi. Kaldı ki şiir, bir ilim işidir. (Eskiler buna “fenn-i şiir” diyorlar.) Bu ilme vâkıf olmayan, şiire hazır olmayan, şiiri anlamak, tatmak ve hissetmek için bu manevî bedeli ödemeyen kişiler için söz konusu beyit veya beyitler peçelerini açmazlar, cemâl göstermezlerdi. Edip Cansever’in II. Yeni şiiri için dediği gibi, aslında bu şiir kapalı değildir, fakat okuyucunun şiire kapalı olmaması gerekir! Kısaca söylemek gerekirse divan şiiri, “şehirli” bir şiirdir ve şehir medeniyetinin ürünüdür. Öyleyse bu güzellikleri görebilmek, yakalayabilmek için bir hazırlık devresine ihtiyaç söz konusudur. Divan şiirinin “yüksek zümre”ye mahsus zannedilmesi, onun bu inceliğinden ve yüceliğinden ötürüdür. Halkın anlamamasına gelince… Erbabı çok iyi bilir ki, divan şairlerinin bazıları tamamen halk çocuğudur ve kendisini yetiştirerek o seviyeye gelmişlerdir. Klâsik asırlarda, Tokat’taki bakırcıların, ellerindeki bakırları döverken, âhenkli olsun diye divan şiirinden beyitler okumaları, sanıyoruz ki halkın, hatta yerine göre esnafın (ama iç âlemi zengin esnafın) dahi divan şiirini bilip söyleyebildiğine en net bir delildir.
Evet, aktüellik ya da toplumsallık noktasında divan şiirinin, Tanzimat (1839) sonrası şiirden pek çok farkı vardır. Modern Türk şiiri, sosyal, aktüel ve politik bir mahiyet taşır. Ama söz konusu bu mahiyeti doğuran da aynen, devletin, toplumun ve halkın buna ihtiyacıdır. Yani Tanzimat sonrasında gelişen, serpilen ve güzel örnekleri verilen Türk şiiri, kendisini doğuran sosyo-politik, askerî ve hatta ekonomik şartların zorunlu bir ürünüdür. Her şeyin yerli yerinde olduğu, devletin ve milletin hiçbir tehdide maruz kalmadığı, haksızlık ve yolsuzlukların en sert şekillerde cezalandırıldığı dönemlerde meselâ Namık Kemal ya da Mehmed Emin gibi şairlerin çıkması beklenemezdi. Tam bu yüzden, Prof. Dr. Birol Emil’in dediği gibi, klâsik medeniyetimiz bir “gül” medeniyeti idi, bu yüzden şairlerimiz asırlarca gülle bülbülün aşkını, daha doğrusu bülbülün güle plâtonik ve sonu kanla biten aşkını terennüm ettiler.
Yard. Doç. Dr. Mehmet Samsakçı
KOSOVA İLE MAKEDONYA’NIN TÜRK BAKANLARI BİR ARAYA GELDİ
ARNAVUTLUK’TA AKRAN ŞİDDETİ PROTESTOSU
BALKANLAR’IN GELECEĞİ TİCARETLE ŞEKİLLENECEK
İSTANBUL EĞİTİM ZİRVESİ 2024 DÜZENLENİYOR
ÜSKÜP’TEKİ FESTİVALDE TÜRK ÇAYI TANITILDI
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.