23 Kasım 2024 Cumartesi
Kosova, Rumeli fâtihi Sultan Murad-ı Hüdavendigâr’ın şehit ve medfun olduğu toprak olması ve yüzlerce millî hatıra barındıran eserleri dolayısıyla Türklüğün Rumeli’de atan damarlarından birisi hüviyetindedir. Uzun yıllardır türbedarlığını bîlâ-bedel Buharalı bir ailenin yaptığı ve yapmaya devam ettiği; en sıkıntılı zamanlarda bile korunan, üzerine titrenen Sultan Murad Türbesi (Rumeli’de “Meşhed-i Hüdavendigâr” adıyla bilinir), I. Kosova Harbi’nin cereyan ettiği ovada Müslüman Türklüğün manevî bir kalesi gibi ayaktadır. Savaş esnasında veya sonunda Sultan’ı hançerleyen Miloş Obiliç (ki söz konusu araziye sonradan bu isim verilmiştir) adına yapılan, Sırplar tarafından sıklıkla ziyaret edilip Türk düşmanlığının tazelendiği anıt-mezar da burada bulunur. Yahya Kemal’in “Bir kıt’ada askerle değil, milletle durulur” sözünden bî-haber olduğu açıkça belli olan ve 1990’larda bu topraklarda büyük katliamlara imza atan (yukarıda adı geçen Miloş’la isim ve belki de kan akrabalığı bulunduğunu düşündüğümüz) Slobodan Miloşeviç’in, savaşı tetikleyen büyük mitingini söz konusu ovada, bu anıt-mezar yakınında gerçekleştirmiş olduğuna yalnızca temas edebiliyoruz.
Kosova bugün, bayrağında, topraklarında birlikte yaşayan 6 etnik unsuru sembolize eden 6 yıldızı bulunan ve 2008’de bağımsızlık ilân etmiş 2 milyon nüfuslu bir Cumhuriyet’tir. Başta Sırbistan olmak üzere, Yunanistan, Güney Rum Kesimi, Rusya, meselâ siyasî sebeplerle Azerbaycan gibi ülkeler tarafından tanınmayan Kosova’da nüfusun ekseriyeti Arnavutlardan oluşur. Anayasa tarafından garantiye alınan hakları bulunan fakat sosyo-ekonomik ve politik anlamda çok da etkin ve etkili olmayan diğer unsurlar da bazı sıkıntılara rağmen burada yaşamaya devam etmekteler.
Arnavut dünyası 2012 sonlarında, Arnavutluk’un kuruluşunun 100. yıldönümünü, günlerce süren bir coşku ve günlük hayatın her noktasında tezahür ve tecelli eden şekilleriyle kutladı. 28 Kasım’a takaddüm eden günlerden başlayarak, bağımsızlığın ilân edildiği yer olduğu kabul edilen Vlora’ya akan Kosova Arnavutları için de 28 Kasım 2012 – mahallî tabirle “Bayrak Günü” – çok büyük bir gündü. Çocukların atkı ve berelerinde, arabaların ayna ve camlarında, kiliselerin kuleleri ve camilerin minarelerinde, şemsiyelerde, hatta su şişelerinin kapaklarında bu bayrak sevgisi ve aşkı kendisini gösterdi. Bu bağımsızlık ve devlet sahibi olma coşkusunun Osmanlı İmparatorluğu veya devletin kurucu ve aslî unsuru olan Türklere karşı bir nefret ya da öfkeye dönüştüğüne dair bir emare de görülmedi. Bilâkis, 1999 savaşı ve NATO müdahalesi sonrasında Balkanlardaki imaj ve prestiji daha da yükselen Türkiye; Kosova’nın bağımsızlığını en erken tanıyan ve çeşitli tarihî, kültürel bağlar dolayısıyla siyasî ve ekonomik yönden Kosova’da etkin bir varlık gösteren dost ve akraba bir ülke olarak görüldü, görülüyor. Dünyanın ve Balkanların geldiği nokta, yaşanan savaşlar, dolayısıyla acılar, ölümler, göçler düşünüldüğünde ve hatırlandığında bu kardeşlik ve dostluğun devamı, hem Balkanlarda yaşamakta olan Evlâd-ı Fâtihân hem de Balkan toplumları için daha da önem kazandı.
Fakat 2012, Türkler zaviyesinden bakıldığında, yıl boyunca farklı hatıraları canlandırdı. Tarihte varlık gösteren veya hâlen yaşayan emperyalist imparatorlukların aksine, fethettiği bir toprağı “vatan” olarak görmüş ve çok defa aldığının daha fazlasını söz konusu toprak için harcamış olan Osmanlı Devleti, aynı 1912’de, sebeplerine dair elimizde artık büyük bir literatür bulunan bir bozgun yaşadı. Fakat Mehmetçik, en az Anadolu kadar “vatan toprağı” olarak kabul ettiğinden, – idarî mekanizmadaki bütün olumsuzluklara veya siyasî çekişmelere rağmen – Rumeli’yi son âna kadar savundu ve tarihî mesuliyetini, alnındaki son ter ve damarındaki son kan damlasına kadar yerine getirdi. Yine, içerde ve dışarıdaki nüfuzunun azalmasına rağmen Halife-Padişah da, Rumeli’deki bu savrulma ve dağılmayı engellemek ya da en aza indirmek için 1911’de bu toprakları ziyaret etmişti. Büyük bir maiyetle Balkanlara gelen padişahın yanında, özellikle Müslüman toplumları “Osmanlılık” çatısı ve ismi altında tutmak düşüncesiyle din adamları ve bu yazıda, söz konusu seyahat esnasında kılınan Cuma namazından önceki irad ettiği mev’izenin metnini vereceğimiz Manastırlı İsmail Hakkı Efendi de vardı.
“Yâ Hasreten Ba’de Hasretin Ale’l-Müslimîn” isimli yazısında Mehmed Âkif’in “Aman yâ Rabbi! Müslümanların çilesi dolmak bilmeyecek mi? Âlem-i İslâm’ın başından musibet hiç eksilmeyecek mi? Bir yandan vatanın en kıymetli parçalan birer birer elimizden çıkıyor; öbür taraftan milletin en güzide evlâdı aramızdan çekilip çekilip gidiyor!
Hangi derdimize ağlayalım? Hangi felâketimizin matemini tutalım? Manastır’dan üç-beş gün sonra Manastırlı’yı kaybeden vatan, bugün de Ahmet Midhat’ın arkasından ağlıyor. “Yâ hasreten ale’l-müslimîn! Ya hasreten ba’de hasretin ale’l-müslimîn!”[i] diye vefatına ağladığı Manastırlı İsmail Hakkı Efendi, 19. asır İslâm ulemâsının büyüklerindendir. Konyalı bir aileye mensup olmakla beraber, Manastır’da doğup yetişen İsmail Hakkı Efendi, İslâm ilimlerinin hemen hepsine vâkıf olan, havassa olduğu kadar avâma da hitap ve tesir etmesini bilmiş; zihinlerin ve gönüllerin karışık ve ümitsiz olduğu çetin zamanlarda İstanbul’un en büyük camilerinde vaazlar vermiş, telif ve tercüme önemli eserlere imza atmış bir hakîmdir. Yukarıda da belirtildiği üzere O, Balkan Harbi günlerinde, Meclis-i A’yan âzâsı bulunduğu dönemde Sultan Mehmed Reşad’la Kosova Ovası’nda kılınan Cuma namazından evvel, isyanı, ayrılığı ve düşmanlığı önleme amaçlı, Âyet ve Hadislerle örülü bir vaaz vermiştir. Metin incelendiğinde rahatlıkla görülecektir ki hatip, Arnavut toplumunu Meşrutî idare ve Halife etrafında toplamak, yeni Padişah ve yeni sistemi yüceltmek için Sultan Abdülhamid’in İslâm milletlerini daima kucaklayan politika ve diplomasisini sert ve aşırıya kaçan bir üslûpla tenkit etmekten kaçınmamıştır.
Fakat bütün bunlara rağmen, ziyaret günlerinde çekilen fotoğrafların altına “Rumeli Seyahat-i Hümayunu: Didâr-ı Şâhâne’ye muntazır bir silsile-i sıdk u muhabbet” gibi iyimser notlar / açıklamalar konulmuşsa da Albert Sorel’in “Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler sakınılmaz olur” şeklindeki hükmü, söz konusu dönemde geçerliliğini bir kez daha ispatladı.
MEHMET SAMSAKÇI
KOSOVA SAHRASI MEV’İZESİ
Kosova Sahrası’nda teşrif-i hilâfet-penahî hengâm-ı mes’adet-ittisamında binlerce efrâd-ı müslimîn ile eda buyrulan salât-ı Cuma’dan evvel A’yân-ı Kirâmdan Manastırlı El-Hac İsmail Hakkı Efendi tarafından irad edilen mev’ize-i âliyenin hülâsası
* * *
Estaizübillah. “İnnemel mû’minûne ihvetun fe aslihû beyne ehaveykum vettekûllâhe leallekum turhamûn.” Âyet-i celilenin ma’nâ-yı şerifini ve hâvi olduğu mezâyâ-yı âliyesini lisan-ı münasiple ba’de’l-îzâh ber-vech-i âti irâd-ı makāl olundu:
Anâsır-ı İslâmiye meyânelerinde Furkān-ı Hakîm’in nâtık bulunduğu bir uhuvvet-i kadîmenin ilâ-yevmi’l-kıyâm pâyidâr olacağı kābil-i iştibah değildir. Bütün Müslümanlar bu esasın muhafazasına diyaneten borçludurlar. Düşmanların işâ’ât-ı kâzibesine rağmen Arnavut kardeşlerimiz de bu merkezde sâbit olduklarına asla şüphemiz yoktur.
Mine’l-kadîm hissiyât-ı âliye ve sadakat-ı kâmileleri iktizasınca Arnavut kavm-i necîbinin din-i İslâm’a, makām-ı Hilâfete, devletin i’tilâ-yı şân u şevketine hidemât-ı fedâkârâneleri tarih-i İslâmiyet’in en parlak sahifelerini tezyîn etmektedir. En müşkil vekāyi’de; en müthiş muharebelerde din ü devletin muhafaza-yı selâmeti için fedâ-yı can ve mâl ederek nâm u şân kazanmışlardır.
Muhterem Arnavutlar, edvâr-ı sâlifede ulûm ve maarifte de diğer akvâm-ı İslâmiye’den dûn mertebede değillerdi. İçlerinde gayet sâdık, akrânına fâik pek çok vezirler, serdâr-ı ekremler yetiştiği gibi, bî-nihâye ulemâ ve fuzalâ, ashâb-ı dâniş ve daha nice fuhûl zuhûr etmiştir. Birçoğunun telif ettiği makbul kitaplar ve bırakmış oldukları sâir mergûb eserler söylediğimiz sözleri tamamen te’yid etmektedir.
El’ân da Arnavut kardeşlerimizden mahfil-i ilmiyemizin iftihar edebileceği âlimler, edipler ve ordumuzu tezyin eden değerli ümerâ ve zâbitler yetişmekte ve Osmanlılık nâmını ihyâ ve i’lâ etmekte oldukları gayr-i kābil-i inkârdır.
Muhterem kardeşler! İdare-i umûr-ı hükümet, tedbîr-i ahvâl-ı memleket hususunda ve bilcümle umûr-ı ictimâiye ve iktisadiyede sizinle Türk unsuru meyanelerinde zerre kadar bir fark, kıl kadar bir tefâvüt mevcud değildir. Her iki unsur bi-inâyetallahu Teâlâ et ile tırnak gibi yek-diğerine mümtezic ve bi’l-vücûhe müttehid bulunuyorlar. Bu cihetlerin her biri bîlâ-şüphe bir hakikat-ı kat’iyedir. Cümlemiz muhafazası uğruna fedâ-yı câna müheyyâ bulunduğumuz bir vatan evlâdı ve bir din ve mezhep sâlikiyiz. Mukaddes dine, aziz vatana hüsn-i hizmet ve bu uğurda ifnâ-yı hayat etmekten başka bir maksat ve emelimiz yoktur.
Ancak ma’atteessüf içimizde maksat-ı âliyemizi ihlâl eden gayr-ı meşrû’ bazı hâlâta sâika-yı cehaletle sapanlar, dinimizin, şeriatımızın men’ ve tahrîm ettiği ve babamız Halîfe-i zî-şânımız ve sevgili padişahımızın rızâ-yı hümayunlarına mügāyir bulunduğu ma’lûm olan münkerâta cür’et edenler bulunmaktadır.
Bu münkerât ve şenâyi’in biri, kavânin-i hükümete ve hukuk-ı ibâda adem-i riâyet ve serkeşâne harekettir ki “Ed dinu ennasîhâtü Kalu “Limen yâ Resulallâh?” Lillâhi ve liresulihi ve’l kitâbihi ve li-eimmetil müslimîn ve âmmetihim” Hadîs-i Şerîfiyle de bu hâl ve hareketin adem-i meşrû’iyeti sâbittir; ma’nâ-yı şerifi: “Dîn-i mübîn-i İslâm’ın kemâli ihlâs ve adem-i iğtişâmdır. Ashâb-ı kiram dediler ki; “Kime karşı yâ Resûlalllah?” Buyurdu ki; “Herkes Mevlâ’sına, Peygamberine, İmâm-ı Müslimîne, bilcümle ihvân-ı dinine karşı daima ihlâs üzere olmalı, yani hıyânetlik etmemeli, her emaneti gözetmelidir.” “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tehûnûllâhe ve’r-resûle ve tehûnû emânâtikum”[ii] nazm-ı celîli de bu hakikate irşad etmektedir. Ulü’l-emrin evâmir-i meşrû’asına karşı bîlâ-mucib muhalefet ve isyan, Allah ve Resûlüne isyan demektir. Çünkü bunların her birine itaat farz-ı ayn’dır. “Etiullâhe ve etiu’r-resûle ve ulûl-emri minküm”[iii]nazm-ı şerîfi ma’lûmdur.
Münkerât-ı şenî’anın biri de insana kıymak, Allah’ın binasını yıkmaktır ki “El-Âdemiyyu el-bünyânü’r-Rab, mel’ûn men hedeme bünyânehu”[iv] Hadîs-i Şerifi ile bu cinayetin şiddet-i şenâ’ati, mel’anet-i ebediyeye bâis olacağı beyan buyrulmuştur. Bilhassa katle tasaddi eden kimse kātilin kendi kavminden ve ihvân-ı dininden olursa bu cinayetin azabı kat kat tazâuf eder. Böyle olan kātiller hakkında Estaizübillâh “Ve men yaktul mu’minen muteammiden fe cezâuhu cehennemu hâliden fîhâ ve gadab… ilh.” âyet-i celîlesi nâzil olmuştur. Bunların nâr-ı cahîmden asla kurtulamayacaklarına delâlet ediyor. Küfür ve teşrikten ma’ada hiçbir ma’siyet hakkında böyle bir tehdîd-i azîm-i İlâhî vârid olmamıştır. Binaenaleyh bu âyet-i celîle insanı dehşet içinde bırakır. Azamet-i İlâhîyi bilenleri tir tir titretir.
“İzâ ilteka al-Müslüman bi-seyfeyhümâ fa’l-kātilu ve’l-maktûlu fi’n-nâr kalu Ya Resulallah hazâ el-kātil femâ bâlü’l-maktûl kale ennehu kâne harîsen alâ katli sâhibihi” Yani “İki Müslim yek-diğerine silâh istimâl ettikleri vakit ikisi de nâr-ı cahîme dâhil olur.” Ashâb-ı kirâm dediler ki: “Ya Resulallah, birisi katildir. Müstehaktır. Fakat maktûlün bu cezâ-yı elîme istihkākı neden dolayıdır?” Resûl-i Ekrem Efendimiz Hazretleri buyurdular: “Çünkü o da sahibini, dince refikini katletmeye harîs idi. Katle tasaddi eyledi.”
Büyük günahların biri de askerlikten kaçmak, vazife-i cihâdı ihlâl etmektir. Bir Hadîs-i Şerîfde “El-firarü mine’z-zahf”[v] ta’bir-i âliyesiyle bu ma’siyetin en çirkin kebâir-i zünûbdan olduğu i’lân buyrulmuştur. İslâmiyet’in zaaf ve tedennîsinde a’dâ-yı devletin en ziyade istifadesini mucib olan seyyiâtın, fenalıkların biri de anâsır-ı İslâmiye, efrâd-ı Müslimîn arasına tefrika düşürmek, Müslümanların içine fitne ve fesad sokmaktır. Bu hâl, maazallah şevket-i İslâmiye’nin tezelzül ve inhitâtını müstelzim olacağından düşmanlar bizi her zaman bu suretle mağlûp etmek isterler.
Yoksa ehl-i İslâm yek-vücud olarak durdukça, beyinlerinde sâbit uhuvvet-i diniye muktezâsına riâyet eyledikçe düşmanların kâmilen cesaretleri kırılır, bütün tedbirleri mahvolur, bozulur.
Devr-i menhûs-ı istibdatta ehl-i İslâm beyninde tefrika ve sû-yı tefehhüm tezâyüd ederek bi’l-külliye perişan ve müzmahil olmak tehlikesi günden güne yaklaşmakta idi. Cümlemizin ma’lûmu olduğu üzere o devrin son senelerinde, bilhassa son aylarında, uçurumun tâ nihayetine gelmiştik. Sukûta müheyya bir hâlde bulunuyor idik. Bütün bu nâzenîn memleketlerimizin devlet-i Osmâniyemizi bir devlet-i muazzama mertebesine is’âd ve i’lâ eden mübarek Rumeli kıtasının taksîmine karar veriliyordu.
Cenâb-ı Bârî Teâlâ’ya sad-hezâr hamd ü şükür olsun, inâyet-i Sübhâniye ile bu tehlikeden, bu müthiş felâketlerden i’lân-ı Meşrutiyet ve usûl-ı meşveret sâyesinde kurtulduk. Hak Teâlâ, bize böyle bir Halife-i zî-şân ihsan buyurmasıyla ebediyen nâil-i hürriyet ve vâsıl-ı selâmet olduk.
Artık gördüğümüz, geçirdiğimiz hâllerden ibret alalım, mütenebbih olalım. Gaflete dalıp eski hâlimize dönmeyelim.
Din-i hakkımızın, şeriat-ı münevveremizin, mahz-ı şiâr-ı insaniyet, meşîd-i âsâr-ı medeniyet olan ahkâm-ı celîlesine mütâbaat ve her vazife-i diniyemize mürâât edelim. Hakk ve hakikate tâbi olalım. Herkesle hoş geçinelim. Bütün vatandaşlarımızın hukukunu gözetelim. Hâinlerin sözlerine kapılmayalım. Etrafımızı sarmış ve kısmen içimize girmiş olan düşmanları bırakıp da biribirimizle uğraşmayalım. Efrâd-ı milletimizi çoğaltmaya çalışalım. Katl ve ifnâ ile eksiltmeyelim.
Milel-i sâire ve bilcümle anâsır-ı Osmâniye haklarında din ve şeriatımızın ve sevgili muazzez padişahımızın emr ü ferman-ı celîli vechile hüsn-i muamele edelim. Meşrutiyet-perver padişahımızın bu kıt’a-yı dil-ârâ-yı, kudüm-i tâc-dârâneleriyle tenvîr ve tes’îd buyurmasının kadrini bilelim. Mukaddes Halife-i zî-şânımızla birlikte bugün burada edâ olunan salât-ı Cuma, tarih-i İslâm’da misli görülmemiş “ümmetçe bir namaz” olduğu âşikârdır.
Devr-i istibdatta dinî ictimâât bile memnu’âttan idi. Meşrutiyet-i meşru’amızın ne âli ictimâât-ı diniyeye zemin-i imkân tehniye ettiği ve diyanet ile hürriyetin yek-diğerinden ayrılmaz iki emr-i muazzez-i câvidânî olduğu bu münasebetle tamamen tezahür etmektedir.
Gâzi-yi celîl-i nâm-dâr, Sultan Murad-ı Hüdâvendigâr Hazretlerinin “Yâ Râb! Milletimi muzaffer ve bana şehadeti müyesser et!” duâ-yı samimîyesinin mazhar-ı icabet buyrulduğu ıyd-ı mâtem-âlûdu yâdımıza getirelim.
O gün, tarih-i İslâmiyet’te nasıl unutulmaz bir gün ise bütün ervâh-ı şühedânın iştirakine iştibah olunmayan bu Cuma namazı da hafıza-yı ümmette ilelebet yadigâr kalacaktır.
Selânik, 1327