24 Kasım 2024 Pazar
Taşları yerli yerine oturmuş, kendisinden şüphesi olmayan, diğer kültür daireleri karşısında herhangi bir komplekse kapılmayan medeniyetlerin bütün uzuvları, bütün unsurları, bütün parçaları birbirine cevap verir, birbirini tamamlar ve bütünler. Bu türden bir halitayı oluşturan öğeler için belki de “parça” kelimesini kullanmak yanlış olur; çünkü parçalanamaz, ayrılmaz bir organizasyondur kastettiğimiz.
Türk-İslâm medeniyetinin özü ve Ahmed Midhat Efendi’nin tabiriyle bu âlemin bir nevi “fihrist”i olan İstanbul, her semti ayrı bir mânâ ifade eden, her tarafı kendisine münhasır bir tat, bir renk veren fakat bütün bu ayrı renklerin, ayrı tecrübelerin ve mâzilerin birlikte yarattığı benzersiz bir orkestradır. İstanbul’da onlarca İstanbul fakat aslında tek bir İstanbul vardır. İstanbul’u İstanbul yapan ve ona “İstanbul” dedirten şeylerin başında ise hiç şüphesiz, tevhid esaslı bir inanç sisteminin şekillendirdiği, yaptığı; tabiatla yarışmayan, bilâkis onu en asil şekilde tamamlayan mimarî vardır. Büyük meydanlara bakan, bu meydanlara asıl mânâsını veren, geniş ve engin kubbeleriyle – “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nı hatırlıyoruz – bütün nesilleri bir çatı altında, bir ruh etrafında buluşturan, bir imanın ışığında yıkayan muazzam ve muhteşem camiler bir yana; sokağımızın, mahallemizin içinde ya da üzerinde bulunan büyüklü-küçüklü mescidler, dergâhlar, çeşmeler, medreseler, kütüphaneler veya muvakkithaneler İstanbul’u daima sürprizli, şaşırtıcı ve heyecan verici bir dünya yapan küçük fakat mühim ayrıntılardır. Bu yapılar, bir anlamda selâtin camilerinin, sarayların mütemmim cüz’leridir. Düşündürücü olansa en muhteşem bir cami, köşk veya sarayla, bugün artık bir sokağın köşesinde ve kıyısında kalmış, mahallesinde oturanın bile kendisinden bî-haber olduğu bu zarif ve sevimli yapıların da aynı estetik duyuşun, aynı hassasiyetlerin ürünleri olmalarıdır. Kültür bir bütündür.
Elimizde İstanbul mimarîsine ait büyük bir literatür var. İstanbul medreseleri, camileri, dergâhları, çeşmeleri ve kütüphaneleri ile ilgili popüler ve bilimsel düzeyde yapılmış pek çok çalışma mevcuttur. Sanat ve mimarî tarihçileri, mimarlar ve yakın disiplinlere mensup araştırmacılar bu imparatorluk şehrinin mimarîsinin ne ve nasıl olduğunu göstermişlerdir. Fakat her gün önlerinden geçtiğimiz, seyrettiğimiz, anlamaya çalıştığımız bu güzelliklerin bir mânâda “alın yazıları” demek olan kitabeler konusunda tam ve derli toplu bir etüt yoktur. Hâlbuki pek çoğu manzum (hemen hepsinde tarih düşürülmüştür) olan bu kitabeler, bazı yapılar için tek kaynak durumundadır. Yapılan hemen bütün eserlerin sokağa, caddeye, dışarıya bakan tarafında veya içinde daima konuyla, yapıyla ilgili âyetler, hadisler, kelâm-ı kibarlar ya da küçüklü-büyüklü şiirler vardır. Elbette devirlerinin şairleri ve sonra hattatları tarafından yazılan bu metinler, hakkâklarca da yapının en görünen ve en anlamlı yerlerine kondurulmuştur. Zira Osmanlı medeniyeti aynı zamanda bir kitabe medeniyetidir.
Çeşme kitabelerinde çoğu kez “Ve cealnâ minel mâi külle şey’in hâyy” (Enbiyâ, 30)[i] ya da “… ve sekâhum rabbuhum şarâben tahûrâ” (İnsan, 21)[ii] âyetleri vardır. Bazı uzun manzum metinlerdeyse çok çetin susuzluklar çekerek can teslim eden Hz. Hüseyin ve diğer Kerbelâ şehitlerinin ruhları yâd edilir. Suyun azizliği, çeşmeyi yaptıran kişinin cömertliği, teşne-gânın, atşânın duaları eklenir.[iii]
Kütüphane kitabelerinde ise sıklıkla kitabın ve ilim öğrenmenin kudsiyeti hakkında ibareler göze çarpmaktadır. Meselâ Lâleli’de bulunan ve bugün restorasyonu devam ettirilen Koca Râgıb Paşa Kütüphanesi’nin Ordu Caddesi’ne bakan cephesinde celî sülüsle “Fîhâ kütübün kayyime” (Beyyine, 3)[iv] yazarken, Nur-ı Osmâniye Kütüphanesi’nin ön kapısında, mermer üzerinde yine yukarıdaki ibare ve arka kapısında “Utlubul ilme minel mehdi ilel lehd”[v] hadis-i şerifi yer alır. Kitaba ve kütüphaneye büyük önem verdiği bilinen I. Abdülhamid’in yaptırdığı Hamidiye Kütüphanesi[vi], binası bugün Vefa Lisesi bahçesinde kalmış olan, vaktiyle Yüksek Öğretmen Okulu Deposu olarak kullanılan, kitabesini ise ancak kaynaklardan görebildiğimiz Şehit Ali Paşa Kütüphanesi ve Çarşamba’da bulunan Murad Molla Kütüphanesi (tarih manzumesi Fitnat Hanım’a aittir)’ne ait kitabeler ise kitaptan, ilimden bahseden ve kütüphanelerin bânîlerini öven çeşitli uzunluktaki şiirlerdir. Hamidiye Kütüphanesi’nin türbeye bakan kısmındaki arka kapısında ise “İnnemâ yahşallâhe min ibâdihil ulemâ” (Fâtır, 28)[vii] âyetinin yazılı olduğu bir kitabe yer alır.
İstanbul medreselerinin pek çoğunda da ilmin ve bilginin öneminin vurgulandığı uzunlu-kısalı manzumeler yer almaktadır. Meselâ yukarıda bahsi geçen ve bugün İstanbul Ticaret Borsası’nın kullandığı I. Abdülhamid medresesinin ön cephesinde bulunan kitabenin son iki beytinde
Hasbetenlillâh idüb ilm-i şerîfe i’tibâr
Enbiyâ vârislerine itdi ikrâm-ı ekîd
Binde bir ancak düşer Tevfîk ana târih-i tâm
Ehl-i ilme medrese yapdırdı şeh Abdülhamîd
(1194-1780)
denilir. Manzume Yahya Tevfik Efendi’ye, celî talikle yazılmış yazı Yesârîzâde Mustafa İzzet’e aittir.
Çoğu Türkçe olan bu şiirler yanında Çarşamba’da bulunan Şeyhülislâm Esad Efendi Medresesi’nde görüldüğü gibi Arapça kitabeler de söz konusudur. Medreselerin içerisine de genellikle ilim hakkında büyüklü-küçüklü levhalar serpiştirilmiştir. Daha önce Ali Emîrî Efendi Kütüphanesi olarak anılan, bugün Millet Kütüphanesi olarak hizmet veren Feyzullah Efendi Medresesi’nin küçük birer sanat eseri olan odalarında bu türden küçük levhalar göze çarpmaktadır.
Eski devirlerde zamanı takip hatta tayin eden, “saatleri ayarlama kurumları” olan muvakkithanelerin alınlarında da saat, zaman, mevsimler, ya da güneş ve ay’la alâkalı, çeşitli söz ve mânâ sanatlarıyla bezenmiş manzumeler bulunur ki Fındıklı Nusretiye Camii’nin hemen yanında bulunan muvakkithanede meselâ yine İzzet bu vâdide
İki târih-i mücevher arz eder her gün felek
Bilse İzzet sana ol mihr-i cihânın himmetin
Dâver-i devrân yaptırdı muvakkithâneyi
Mülkü ihyâ etmenin ol şah buldu sâatin
demektedir. Bir dönem Emirgân Spor Kulübü’ne tahsis edilen, şimdilerde ise bir çay bahçesinin emrine verilen 1844 tarihli Emirgân Muvvakkithanesi’nin de Ziver Paşa imzalı nefis bir kitabesi vardır. Yenikapı Mevlevîhanesi’ne ait muvakkithanenin kitabesi ise, içinde bulunulan mekânla bütünleşen, anlamlanan ifadeler taşır. Muvakkithanenin bânisi, külliye içinde bir de kütüphane yaptırmış olan Abdurrahman Nâfiz Paşa’dır. Paşa, Mevlevî bir hassasiyetle kitabenin sonunda şöyle demiştir:
“Târihini mucemle hod bânisi Nâfiz söyledi
Vakti bilen can eyleye hemvâre hayr ile duâ
Dünyayı her şeyin birbirine girdiği, düzensiz, kirli, bulanık ve “bunaltı” veren bir kaos ortamı olarak gören Batılı filozof ve sanatçıların aksine Müslüman-Türk sanatkârı için âlem bir âhenk ve uyum şaheseridir. Bu uyuma dikkat eden, bunu idrak ve ifade etmeye gayret eden klâsik kültürümüz her alanda bir simetri ve âhenk yakalamaya çalışır. Ortaya koyduğu her şeye de kendisiyle uyumlu parçalar ekler. Câmi ve diğer mimarî eserlerin kapılarına, daima kapıyla, girmekle, girişle ilgili ibareler koyar. “Üdhulûhâ bi selâmin âminîn”[viii] (Hicr, 46), ya da “Allahümme yâ Müfettihal ebvâb iftahlenâ hayral bâb”[ix] ya da “Yâ Fettâh” gibi ibareler koyulur. İnsanların mâbetten çıkarken görmeleri için de cümle kapılarının üzerinde İstanbul’un bazı selâtin camilerinde görüldüğü gibi “El kâsibu habibullah” (Kazanan Allah’ın sevgilisidir) hadis-i şerifi yazılabilir. Bu, elbette ibadeti bitirip maişet dünyasına dönmek, rızık kazanmakla ilgilidir. İstanbul’da aynı ibarenin yazılı olduğu bir diğer kitabe, alış-veriş, ticaret mekânı olması dolayısıyla Kapalı Çarşı’nın Fesçiler Kapısı üzerinde bulunur. Alexandre Vallaury’nin eseri olan ve inşası 1892’de tamamlanan Karaköy’deki Osmanlı Bankası’nın iki kitabesinden birisi de budur.
Camilerin dış cephelerinde olduğu gibi içlerinde de gerçekten dikkat çekici bir levha ve kitabe zenginliği söz konusudur. Atalarımız, oldukça aydınlık, yüksek, geniş ve ferah tutmaya gayret gösterdikleri bu mâbetleri “mine’l- bâb ile’l- mihrâb” hüsn-i hattın en güzel örnekleriyle süslemişlerdir. Müezzin mahfillerinde çoğu zaman ilk müezzin olması hasebiyle Bilâl-i Habeşî’nin adı “Yâ Bilâl-i Habeşî” yazan levhalarla yâd edilirken, Kur’an-ı Kerim başta olmak üzere dinî-tasavvufî eserlerin bulunduğu kütüphane veya kitapların yer aldığı bölmelerin üstlerinde, ilk emir “Oku!” nidasının orijinali “İkra, bismi rabbikellezi halak” âyeti dikkati çeker. Mihrabın üzerinde ise daima “… küllemâ dehale aleyhâ Zekeriyya’l-mihrâb”[x] (Âl-i İmran, 37) ya da “… fevelli vecheke şatral Mescidi’l- Haram”[xi] (Bakara, 144) âyetleri vardır. Mabetlerin her cüz’ü, her kısmı kendisiyle uygun bir “yüce söz”le süslenmiş, tamamlanmıştır.
İstanbul’un 19. Asırdan kalma resmî ve gayr-i resmî binalarının pek çoğunda, Allah’ın hükmü ve kudreti karşısında kulun âcizliğinin ikrarı olan “Yâ Mâlike’l-Mülk” (Ey, mülkün gerçek sahibi / Mülk Allah’ındır) ya da Ordu Caddesi üzerindeki Harikzedegân Apartmanları’nda görüldüğü üzere “Yâ Hâfız, Yâ Hafîz” seslenişleri göze çarpar. Söz konusu apartmanlar 1918 tarihli büyük Cibali-Fatih yangınında evlerini kaybeden “harik-zede”ler için yapılmış, Mimar Kemaleddin tarafından 3 yılda tamamlanmıştır. “Yâ Hâfız” “Ey Koruyan (Allah)” demektir ve bu ifade deprem, yangın gibi felâketler karşısında bir sığınmayı ifade eder ki bir nev’i “manevî sigorta” olarak kabul edilmiştir. Söz yangından açılmışken bugün İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü bahçesinde bulunan ve tepesinde yanan renk renk ışıklarla havanın nasıl olduğunu-olacağını gösteren Beyazıt Yangın Kulesi kitabesinin bir yerinde İzzet Molla’nın
Dâr-ı mülkü etmesün bu kulleye muhtâc Hakk
Ziynet içün etmiş olsun şâh-ı mülk-ârâ binâ
dediğini hatırlatalım.
Son yıllarda öneminin farkına varılan mezar taşı kitabelerinde de çok zengin bir yapı vardır. Genellikle şâhidenin zirvesinde Allah’ın “bekā”sı ve kulun “fenâ”sını vurgulamak bâbında “Hüve’l- bâki” (Bâki olan O’dur)”, “Hüve’l- Hallâku’l-Bâki” (O Yaratan’dır ve Bâki’dir) ya da “Hüve’l-Hayyü’l-Bâki” (O daima diridir ve bâkidir) gibi ibareler bulunur; bazen de “Yâ Latîf” gibi Allah’ın lûtfuna iltica edişi ifade eden yakarışlar göze çarpar. Bugün artmasına sevinçle şahit olduğumuz çalışmalardan öğreniyoruz ki mezar taşlarında vefat eden kişinin meslek, meşrep veya mezhebine uygun metinler görülmektedir. Ölen kişi meselâ bir denizci ise, deniz, sahil, kıyı, gemi, dalga vs. deniz literatürüne ait kelime, kavram ve terimlerle süslenmiş şiirler yer alabilir, bir dervişse tasavvûfî neşve ve lügatle yazılmış “Lâ mevcûde illâ Hû” (O’ndan başka “var” yoktur) başlıklı manzumeler bulunabilir.
Bu dış cephe kitabelerinden başka çeşitli esnaf grupları da “Er-rızku al-Allah” gibi bazen genel bazen de kendi zanaatlarına, iş kollarına has metinlerle dükkânlarının duvarlarını süslemişlerdir. Meselâ berberler, Hazret-i Peygamber’in aynı zamanda berberi olan Selmân-ı Fârisî’yi anarak, genellikle ta’lik harflerle
Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız,
Hazret-i Selmân-i Pâk’dir pîrimiz üstadımız
Lâfla dükkân açılmaz, boş yere etme telâş
Selmân-ı Pâk de gelse parasız olmaz tıraş
yazan levhalar asarlarmış.
Diğer meslek erbâbı da
Her sabah Besmeleyle açılır dükkânımız
Hakk’a imân ederiz, Müslüman’dır şânımız.
Eğrisi varsa bizden, doğrusu elbet sizin
Hîlesi hurdası yok, helâlinden mâlımız
Müşterilerimiz velinimet, yârânımız yârimiz
Ziyâdesi zarar verir, kanaattir kârımız
ya da
Dükkân kapısı Hak kapısıdır Hakk’a yalvar
Çeşmim gibidir akmasa da damlar
şeklindeki manzum parçaları dükkânın görünür bir yerinde bulundurmuşlardır.
Ticaret ve zanaat hayatında şahit olduğumuz bu manevî arka plân ve zenginlikte elbette Ahîlik kültürünün yoğun bir tesiri vardır. Pek çok zanaat ve sanat kolunun, kendisini bir sahabeye, veliye ya da mübarek kabul ettiği bir şahsa bağlayarak maddî bir uğraş alanı olan zanaat veya ticareti manevî bir kaynağa dayandırması, kültürün madde-mânâ, ruh-beden gibi birbirine zıt gibi görünen unsurları kaynaştırmaktaki maharetinin somut göstergesidir.
Payitaht İstanbul başta olmak üzere imparatorluğun hemen bütün şehir ve bölgelerinde binalar bu tür kitabelerle süslenmiş, zenginleştirilmiştir. Tabiî ki kitabe kültürü Selçuklu veya Osmanlılara münhasır değildir. Fakat Türk-İslâm mimarîsinin vazgeçilmez unsurlarından olan bu küçük şâheserlere atalarımızın çok ince bir hassasiyet gösterdikleri kesindir. Yazının başında değinildiği gibi, bazı eserler için tek kaynak durumunda olan; mimarî, edebiyat, hat ve hakkâklık başta olmak üzere pek çok sanatın iç içe geçtiği, beraberce oluşturdukları bu güzelliklere hayatiyet kazandırılması nı temenni ediyoruz.
[i] “Biz her şeyi sudan yarattık.”
[ii] “… ve Rab’leri onlara temiz (lezzetli) içecekler (şaraplar) sundu.”
[iii] İstanbul çeşmelerine ait son önemli çalışma Affan Egemen’e aittir: İstanbul’un Çeşmeleri ve Sebilleri (Resimler ve Kitabeleri İle 1165 Çeşme ve Sebil), Arıtan Yayınevi, İstanbul 1993, 860 S.
[iv] “O sahifelerde dosdoğru hükümler vardır.”
[v] “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz.”
[vi] Müjgân Cunbur bu kütüphane hakkında, 18. asır sonlarında İstanbul’da bulunan İtalyan Rahip M. L’Abbe Toderini’nin şu önemli izlenimlerini nakleder: “Devrin hükümdarı Sultan Abdülhamid tabiatı icabı harpten çekinen sakin karakterli bir şehzadeydi. Devamlı olarak edebiyatla meşgul oluşu onu çok merhametli yapmıştı. Padişah oluncaya kadar tek eğlencesi kitaplar ve haremdi. Tahta çıkınca da edebiyatın ve edebiyatçıların dostu ve hâmisi oldu. Padişahlığa cülûsunda şairlerin, nâzımların çoğu, O’na ilerdeki ikbal ve azametini tasvir eden şiirler sundular. Abdülhamid hepsini mükâfatlandırmak istediği için pek çok kimseler bu yüzden büyük gelirler sağladılar. İmparatorluğun en bilgin üstadları tarafından yetiştirilen ve seçkin kitaplara müptelâ olan padişah, sayıca az olmasına rağmen enfes yazmaları bakımından zengin bir genel kütüphane kurmuştur.” “I. Abdülhamid Vakfiyesi ve Hamidiye Kütüphanesi”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, c. 22, nr. 1-2, 1964, s. 26.
[vii] “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.”
[viii] “Oraya selâmet ve güven içinde girin”
[ix] “Ey kapıları açan Allah’ım! Bize maddî-manevî, en hayırlı kapıları aç”
[x] “Zekeriyya, (Meryem’in) yanına mihraba her girişinde, onun yanında bir rızık bulurdu”