21 Kasım 2024 Perşembe
DEMOKRASİ’NİN ZAFERİ:15 TEMMUZ DEMOKRASİ VE MİLLİ BİRLİK GÜNÜ
UMUDUMUZ İVANOV....
TRUMP ENDİŞESİ...
Kimliğe Yeniden Sarılmak: Priştine Türk Gençlerinin Gelecek Mücadelesi
ONAYLANAN 2025 BÜTÇESİNDEN TOPLULUKLARA YAKLAŞIK 5 MİLYON EURO AYRILDI
Hayatı kolaylaştıran, hızlandıran fakat tam da bu yüzden mekanikleştiren teknoloji sayesinde teknolojinin kendisi hariç her şeyi hükmü altına alan, böylece daha uzak mesafeleri daha kısa zamanda kat eden, sesleri ve görüntüleri aynı anda bütün dünyaya gönderebilen modern insan, daima yenilik ve değişme düsturuyla tefekkür dediğimiz durup düşünme, derinleşme imkânını yitirmiş görünmektedir.
Teknoloji ve onun ürünleri, ferdin ezelî ihtiyacı olan korkmayı, şaşırmayı, heyecanlanmayı ve hissetmeyi hayatımızdan çıkardı. Dünyanın her tarafındaki gelişmelerden en kısa zamanda haberdar olan, bilmediği bir şeyi internet âlemindeki arama motorları sayesinde önünde ve karşısında buluveren insan, kitapların sıcak ve saf ikliminden, sohbetin manevî atmosferinden uzaklaştı ve mesafeler kat ederek, zahmet çekerek, sabır ve gayretle elde edilen sahih ilim yerine, doğruluğu daima tartışmalı olan “kopyala-yapıştır” mahsulü malûmatla yetinir hâle geldi. Hâlbuki malûmat, en kısa tabirle bir şeyin varlığından haberdar olmak demektir; bilgi ise bir mesele, şahıs, hadise ya da devir hakkında elde edilen gerçek bir öğrenme, araştırma ve soruşturma sürecinin ürünüdür. Ve maalesef, toplumun büyük ve kalabalık bir kesimi, paylaşım sitelerindeki “paylaş”ımlarla, “beğen”melerle doğruluğu şüpheli malûmat edinir, buna göre hükümler verir hâle geldi. Asırlardır yaşana yaşana, tecrübe edile edile varılmış sonuçlar, fikirler, yorumlar, bilgiler ve hakikatler böylece ucuzlaştırıldı, sıradanlaştırıldı ve tüketilir hâle getirildi. Çok büyük ve verimli bir tefekkür ve araştırma sahası olan ve gecikerek de olsa uluslararası bir disiplin hâline gelen Osmanlı tarihiyle onun hayatının yapıcı, şekillendirici unsuru tasavvuf da bu dejenerasyondan nasibini aldı.
Edebiyatın Tüketilirleştirilmesi
Son yıllarda edebiyatın üretilir, tüketilir bir meta hâline geldiği, getirildiği çok açıktır. Bu “meta” sözü tesadüfen kullanılmadı. Zira meta, üretilen, reklâmı yapılan, pazarlanan, satılan/alınan, tüketilen bir ticaret nesnesinin adıdır ve bu yönüyle edebî eserin amacı, niyeti ve anlamına çok uzaktır. Kaldı ki yazarda başlayıp okuyucuda “biten” bir şey olmayan edebî eser, tüketilmek için değil, bilâkis çoğaltılmak, zenginleştirilmek hatta “tamamlanmak” üzere yazılır. O, okuyucuda/okuyucuyla çoğalan, devam eden hatta esas anlamını okuyucusuyla bulan bir “olgu”dur. Bu yüzden olsa gerek Ahmet Haşim, eserde apaçık mânâ arayan, hiçbir fikrî, hissî ya da estetik bir çaba göstermeksizin eseri halletmeye, tüketmeye çalışan hazırcı bir okuyucuyu “sanatkârın, kendisinden hiçbir şey öğrenemeyeceği ve temasından dikkatle hazer edeceği, âlem-i ruha musallat iğrenç bir tufeylî” olarak niteler. Çünkü bu tür bir okuyucuda metne katılma, metni kendi muhayyile, donanım ve zekâsıyla zenginleştirme gibi bir endişe yoktur, zira böyle bir okuyucu için metin, bir an evvel tüketilecek ve yerine yenisini koymak üzere zihin ve ruhtan çıkarılacak teknik ve maddî bir ürün olarak görülür. Söylemek istediğimiz, kitap okumak ya da bir sanat eseriyle yüzleşmek için bir hazırlık ve donanıma ihtiyacın söz konusu olduğu ve edebiyat metinlerine “üretilen, tüketilen nesneler” gibi bakılmaması gerektiğidir.
Bir edebiyat modasına uyarak veya sırf “prim yapıyor, satıyor” diye senede birkaç defa tarihî ya da tasavvufî roman yazanlarla bu yazılanları roman zannederek alan okuyucuyular arasında yukarıda bahsettiğimiz türden sahih ve sıcak bir edebî ilişki, bir ruh kardeşliği söz konusu değildir. Tüketici ve alıcı konumunda olan ve “herkes okuyor” ya da “bu aralar çok moda” düşüncesiyle büyük marketlerin kasaya yakın yerlerinden kitap alan okuyucunun kitaba dair bir hazırlığı olmadığından, metne, metnin mânâsına, ruhuna; yazarın hayal ve estetik dünyasına iştirak söz konusu değildir. Bu cins kitaplar yüzünden okuma faaliyetini böyle “meta”lar üzerinden gerçekleştiren okuyucunun esere katılmak, estetik bir hassasiyetle onu zenginleştirmek, kendi dünyasını, his ve hayal zenginliğini yani mânâsını metnin mânâsına eklemek gibi bir durumu, amacı yoktur.
Okuyucu nitelikli, dikkatli, uyanık ve şuurlu olmaz yani talep seviyesizleşirse “arz” da ona göre şekillenir ve yazarlar çok çeşitli (daha çok maddî) sebeplerle ve gerçek bir mesai ve birikime dayanmayan, dil ve üslûpta olduğu kadar içerikte de alabildiğine keyfîleşen, pervasızlaşabilen kitaplar yazabilirler, nitekim yazmaktadırlar da. Bu yüzdendir ki nitelikli, dikkatli ve şuurlu bir okuyucu bu tür kitapları bir istikrah duygusuyla elinden bırakmakta, gerçek sanat/edebiyat da böylece yerini kolay, hızlı, eğlencelik ve traji-komik bir “moda edebiyata” terk etmektedir. Bu tür modalara uyan, kalabalıklara seslenen, estetik ve entelektüel bir donanım gerektirmeyen ve barındırmayan, eğlencelik, üretilir-tüketilir, satacak, konuşulacak kitaplar da rafları ama daha da önemlisi zihinleri kuşatmaktadır. Bu tür bir kolaycılığın, ucuzluk ve basitliğin ürünleri olan kitapların kapaklarına abartılı baskı rakamları veren veya yayınevine müsaade eden yazarların, “Âfet bana i’tibâr-ı âmme” diyen Hüsn ü Aşk şairinin edebî asalet ve zarafetinden ne kadar uzak düştüklerini görmemeleri de hazin bir hakikat olarak karşımızdadır.
Moda ve Edebî Moda
Moda kelimesinin etimolojisi oldukça zengin ve karmaşıktır. Bir dizi, sıra ya da düzen içerisindeki hâkim unsur, ya da sık tekrarlanan eleman demek olan “mod” kökünden geldiği düşünülen bu kelime, bir taraftan bugünü, bugünün yükselen çizgisini ifade ederken; genel kullanımda da kalabalık kitlenin beğenilerinin, ilgilerinin toplandığı yeri işaret eder. Modada, bir ürünün incelmiş ve gelişmiş bir zevk süzgecinden geçirilmesi söz konusu değildir; modaya ya da moda olana gidişte şuurlu bir seçim, tercih ya da kişisel bir tarz veya zevk-i selimden de bahsedilemez. Kalabalığın moda düşkünlüğünde karşımıza çıkan durum, günün gerisinde kalmamanın; herkes gibi olmanın, başkalarına benzemenin, çoğunluğun hayatına ve tarzına katılmanın verdiği yalancı bir tesellidir. İnsanların ilgilerini belirlemenin, şekillendirmenin; onları bir yere, bir noktaya sürüklemenin sonra da bu ilgiyi paraya dönüştürmenin, sömürmenin en etkili yolu olan modada gaye, şahsî rengi silmek, kişiye ait zevk ve duruşu yok etmek, ferdi bir anlamda kişiliksizleştirmektir. Her devirde insanlar moda oluşturmuş ya da oluşan modalara rağbet göstermişlerdir; öyleyse reklâm, pazarlama, iletişim gibi vasıtalarıyla teknolojinin, kapitalizmin her alanda yeni modalar üretmesi ve insanları mağazalara göndermesi artık normal karşılanabilir. Fakat tarih ve tasavvuf gibi nâzik alanların, sırf “satıyor, satılıyor” olması dolayısıyla gelişigüzel roman ya da filmlerin konusu olarak modalaşması; okuma, araştırma ve tahkik kültürünün hâlâ oluşamadığı ülkemizde, sanat, edebiyat ve tefekkür geleneğimiz adına tedirginlik verici bir hâl almıştır. Bu anlamda, son yıllarda “erbabına” değil fakat herkese, herkes gibi ya da herkes kadar olmayı kabullenerek anonim zevklere (daha çok “beğeni”lere) teslim olmuş insanlara hitap eden bu moda “ürün”lerde
Hüner esrâr-ı meânî anlamaktır lafz-ı muğlâkdan diyen şairden hiçbir şey kalmamıştır. Bunlarda çünkü ne meânî (derin mânâlar), ne esrâr (sırlar) vardır, zaten ne de onu tadacak, hissedecek “ehl-i hüner” söz konusudur. Unutulmamalıdır ki okuyucunun kalitesini, seviyesini biraz da ona sunulan, onun önüne konan edebiyat eserleri belirler. Aynı şekilde, sağlam ve kaliteli bir edebiyat ortamının teşekkülü de şuurlu, dikkatli, ayıklayıcı ve sorgulayıcı bir okuyucu kitlesine muhtaçtır. Günümüz Türk edebiyatında, özellikle Türk romanında bu verimli ve gerekli yazar-okur münasebetinin kesildiği göze çarpmaktadır.
Bağa Destursuz Girmek: Bugünün Edebiyatında Tarih ve Tasavvuf
Tarih, özellikle Osmanlı tarihi, Türk edebiyatında, değişik siyasî ve kültürel kabuller etrafında ideolojik kamplaşmaların gölgesinde kaldı ve hak ettiği yeri uzun yıllar alamadı. Aslında çok romanesk, yani tam da romanın istediği çatışmalar, hadiseler ya da dramatik şahsî maceralar barındıran Osmanlı tarihi, yazar için uygun bir çalışma, düşünme ve kurgulama sahasıydı. Bununla beraber Osmanlı tarihi, Türkiye’nin zihnen, fikren ve ilmen değişme ve gelişme gösterdiği son yıllarda daha geniş ufuk ve zengin bakış açılarıyla sanatta, edebiyatta söz konusu edildi. Fakat ideolojik saplantıların, reflekslerin baskısından kurtulan tarih bu kez, ehil veya nâ-ehil, her meraklının at koşturduğu, her heveslinin kalem oynattığı bir alan hâline geldi. Gücü ve tesiri artık inkâr edilemez medya, önü alınamaz hâle gelen imaj ve reklâm sektörü, maddiyâta dönüşen, daha yaygın tabirle söylersek “satan” her değeri, her alanı kullandığı gibi artık kapitalizmin çarkına girmiş olan edebiyat, televizyon ve sinema da tasavvuf gibi tarihi de reklâmı, pazarlaması ve satışı yapılan, üretilen-tüketilen bir meta gibi kullanmaya başladı. Düşündürücü olansa – bu yazıda dikkat çekmeye çalıştığımız üzere – bunun bir moda hâline gelişidir.
Tarihî hadise ya da şahsiyetler, romancı ya da sinemacıya hazır bir kurgu ve malzeme sunar. Fakat sanatta esas olan, bir konu ya da malzemeyi, ilgi çekici, merak uyandırıcı biçimde kullanmak değil; değişik ve orijinal bakış açısı ve üslûpla yeniden yorumlamak, işlemektir. Fakat biliyoruz ki bir konuyu, alanı, şahsı ya da hadiseyi çok iyi bilmek güçlü bir sanat eseri oluşturmaya yetmez. Ayrıca tarihte önemli ya da etkili bir iz bırakmış çok karizmatik bir şahsiyetin bir roman kahramanı hâline gelememesi, o kişinin roman kurgusu içerisinde, sanatın kanunları çerçevesinde kendisine has ve tarihin ötesinde bir şahsiyet edinememesi günümüz edebiyatında sıklıkla görülen durumlardandır ki bu, yazarın o güçlü, etkili tarihî şahsiyetin altında ezilmesi demektir. Çünkü bir roman kahramanı – ister romancının muhayyilesinin ürünü olsun, ister tarihten alınsın – kendisine özgü bir sesi, tavrı, kelimeleri, hayatı ve trajedisi olan insandır. Dış dünyanın realitesinin bir parçası olan bu karakter, eserin fiktif dünyası içerisinde yeni bir çehre almalı, yepyeni bir hayatiyet kazanmalıdır. Sanatçı bu gerçekliği, kendi bakış açısı ve estetiği potasında eritmeli, kişileri, zamanları, mekânları tarihin ya da günün kendisine sunduklarıyla yorumlamalıdır. Fakat sanatın esası olan bu yorumlamada sanatçının sonsuz bir hürriyeti olup olmadığı da ikinci bir problem olarak önümüzdedir.
______________
-[1] Hatta mevzuu tarihî olarak çok iyi bilmek bazen sanatkâr için dezavantaja bile dönüşebilir. Stephane Mallarme’ye ait olan ve Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından sıklıkla dile getirilen “Şiir fikirle değil, kelimelerle yazılır” şeklindeki hüküm, demek istediğimizi çok iyi özetlemektedir. Evet, sanat eserinde şüphesiz fikir ve bilgi esastır fakat bu çıplak fikir ya da hakikatler, sanatın sırlı aynasına girip yeni bir şekil almadıkça, estetik duyuş tarzının, yani sanatın içinde erimedikçe, görünmez kılınmadıkça ortaya çıkan “iş”, bir bilgi yığınından öteye gidemez.
Modern edebiyat anlayışında gelinen bir nokta vardır: Buna göre romancının muhayyilesi, ele aldığı kişi, devir ya da hadiseyi kurgulamada sınırlanmamalı, sınırlandırılmamalıdır. Sanat eseri herhangi bir hakikati ispat etmek, desteklemek ya da öğretmek zorunda değildir zira sanat, hakikatin üstünde ve ötesinde bir faaliyet alanıdır. Ahmet Haşim’in tabiriyle meselâ şair “hakikat habercisi, belâgatlı insan ya da vâzı’-ı kanun” değildir. Sanatçı, hakikate ya da hakikat diye kabul edilen, inanılan ya da yaşanan bir sisteme istediği kıyafeti giydirebilir, onu istediği şekilde yorumlayabilir, deforme edebilir, hatta bunu yapabildiği ölçüde sanatı yakalayabilir.
Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, elbette sanatçının bilinen, öğrenilen ya da görülen hakikatin üzerine çıkması zarurîdir, sanat eserini bilimsel eserden ayıran da bu şahsî duyuş ve duruştur. Fakat sırf hoşa gidiyor, izleniyor/okunuyor, “satılıyor” diye, milletin ve kültürün üzerinde ittifak ettiği, sembol hâline getirdiği, şahsına mânâlâr yüklediği kişilikleri hiç olmadıkları ya da olamayacakları durumlar, çatışmalar, psikolojiler içerisinde göstermek ne kadar kabul edilebilir bir durumdur? Bu soruyu sormaktaki maksat elbette, “sanat eserinde tarihe ya da tarihî kabullere tam bir sadakat olması gerekir” şeklindeki bir inanç ya da düşünce değildir. Bir daha vurgulayalım ki sanat; insan, hayat, tabiat veya toplum hakkında estetik, yeni ve orijinal yorumların yapıldığı, eşyaya yeni ve özgün bakış açılarının geliştirildiği bir sahadır. Ele alınan kişi veya mekânların, muhayyel, yarı muhayyel veya gerçek olması ikinci bir meseledir. Fakat sanatta nasıl dil, nota ve fırça gibi âletlerin yerinde kullanılması ve kompozisyon hayatî bir önem taşıyorsa, tutarlı olmak da bu derece önem arz eder. Bize göre tutarlılık (eğer eserde karikatürize etme ya da mizah söz konusu değilse) bir romanda kişi ya da toplumun sadece gerçekçi ya da gerçeğe uygun olarak resmedilmesi değildir; eserin aynı zamanda kurgusu, tekniği, mantığı, niyeti ya da yüklendiği mesajları çerçevesinde anlamlı yere oturtulmasıdır. Meselâ anakronizme ve dil tutarsızlığına düşmemektir. Meselâ Fatih’le Hocası Akşemseddin arasındaki manevî bağı ve Fatih’in hocasına olan hasretini “… Ve ihtiyarın özlemi düşüyor birden içine. Gideli, sonra da Hakk’ın rahmetine kavuşalı yıllar oldu ama tinsel varlığı öylesine yakınında ki!” şeklinde anlatmamak (dil şuuru, burada “tinsel varlık” değil “ruhâniyet” kelimesini kullanmayı gerektirir); konusu 16-17. asırlarda geçen bir romanın kahramanına “Hayatım, bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti” dedirtmemek veya “uyandığımda sabah namazı okunuyordu” gibi sözler söyletmemektir. Bunlar, son dönem tarihî romanlarında görülen dil tutarsızlıklarının, dil kararsızlıklarının, en basit örneklerindendir.
(Devam edecek)
Yard. Doç. Dr. Mehmet Samsakçı