21 Kasım 2024 Perşembe
Roman, insanı ve hayatı anlamaya çalışan veya bunlara ait mevcut anlayışlar konusunda bir söyleyeceği olan bir edebiyat türüdür. Her roman, bir anlamda yeni bir bakış açısı, yeni bir yorum, bir itiraz, bir onay, bir duruş, bir tavır alıştır. Ve her romancı bir şeyi benimsediği veya bir şeye karşı çıktığı için yazar.
Her şeyde olduğu gibi romanda da asıl önemli olan neyin söylendiği, işlendiği değil, nasıl söylendiğidir. Ve gün geçtikçe belirmektedir ki iyi romanlar söyleyeceğini en az öğretici, en az dayatıcı biçimde söyleyenler arasından çıkmaktadır. Bu anlamda didaktik bir şiirden veya herhangi didaktik bir türden bahsedilebilirse de didaktik bir romanın romanlığından şüphe etmek gerekmektedir.
Belki “deneme-roman” ya da biraz daha hafifletici bir ifadeyle “roman denemesi” denilebilecek (zira denemeye çok yaklaşanları vardır), bu adı henüz konmamış ama raflar dolusu örneği bulunan eserler, işte bu roman ismini taşımaya lâyık olmayan, söyleyeceğini çok açık, çok doğrudan söyleyen ve insanlığın edebî tekâmülünün safhaları olan mit-efsane-destan-halk hikâyesi-hikâye-roman şeklindeki merdiveninin öğretici, gösterici, eğitici “destan-halk hikâyesi” basamağında takılı kalan eserlerdir. Bir romanın, deneme-roman mı yoksa hâzâ roman mı oluşunu elbette ki romancının tavrı, dili ve en önemlisi üslûbu belirlemektedir. Romancı eserde ne kadar az konuşur, ne kadar az gösterir, ne kadar az yönlendirirse, kahramanını da okuyucusunu da o kadar özgürleştirmiş olur. İşte bu tür romanlarda en az olan şey budur: Özgür bir kahraman ve okuyucu…
Bazı edebiyat kuramcıları, bir romanda, kahramanların gerçekten var olmalarını, gerçek bir kalp ve beyin taşımalarını, gerçekten “yaratılmış olmalarını” çoksellilik olarak isimlendirmektedirler. Bu çokseslilik, kitap boyunca konuşan, söyleyen, açıklayan bir yazarın “ses”inin yanında kahramanların da seslerinin, kelimelerinin, hislerinin olması durumudur. Baktin, Dostoyevski’yi çoksesliliğin gerçek yaratıcısı olarak görmektedir zira:
“Dostoyevski’nin bize duyurduğu sesler, yaratıcılarının yanında yer alabilen, onun söylediklerini haksız çıkarabilecek ve ona karşı çıkabilecek “özgür insanların” sesleridir.”[1]
Tek sesi, tek rengi, tek söyleyeni olan eser, yukarıda bahsedilen esere gerçek bir romana göre daha fakir, daha renksiz eserdir. Burada akla gelebilecek bir soru belki şu olabilir: Her kahraman, her olay yazarın kaleminin ürünü olduğuna göre, bir kalemin yarattığı kahramanların kişilikleri hatta “var”lıkları ne kadar gerçektir? Ontolojik lügatle, “varlığını bir başka varlığa borçlu olan şey gerçekten var mıdır?”
Kahramanlar, ne kadar yapma, yapay, yapılmış; ne kadar üretilmiş olurlarsa olsunlar iyi bir romancının elinde gerçek birer kişiliğe bürünebilirler. Git gide, çatışma arttıkça, olaylar geliştikçe, yazarın şüphe ve çelişkileri belirdikçe yazarlarının kontrolünden çıkabilirler. Bovary’sinin bedbahtlığına son veremeyen, onun “kaderini yaşamasına” karşı koyamayan Flaubert’i hatırlamamak elde değildir. Bu, yazarın acziyeti değil, belki de meziyetidir. Yaratmadaki becerisidir. Huzur’un Mümtaz’ı ne kadar Tanpınar’sa Suat’ı da o kadar Tanpınar’dır ama O’nlar, yazarlarının farklı atan kalpleri, farklı düşünen beyinleridirler. Mümtaz’da değilse bile, Suat’ta Tanpınar’ın deneme-romancılıktan epey uzaklaştığı görülmektedir. Suat, Tanpınar’ın, kişiliği ve değerleri yerli yerine oturmamış, soran, tatmin olmayan, şüpheci ve
[1] Kubilây Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, İstanbul 2007, Öteki Yayınevi, s. 31.
mutsuz tarafıdır ve canlılığı da yazarın, Suat’ta sadece sorması, sorgulamasından gelir. İşte bu noktada belirtmek gerekir ki deneme-roman, bulan ve bulduğunu açık açık belirten, paylaşan, başkalarının da bulmasını isteyen (çok zaman) iyi niyetli ama fakir, samimî bir teşebbüs olan ama mucizesiz romandır. Huzur’un çok güzel, çok başarılı eser, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nünse bir şaheser olarak kabul görmesi de biraz bahsini ettiğimiz romancı tavır ve üslûbuyla ilgilidir.
Türk edebiyatının romandaki macerasına bakıldığında, deneme-romandan gerçek romana geçişte biraz zorlanıldığı göze çarpar. İyi niyetli, samimî ama romancı olmayan ilk romancılarımız (Ş. Sami, N. Kemal, A. Midhat Efendi, R. Mahmut Ekrem), belki bir roman mirasını tevarüs etmemiş olmaları, belki toplumun o anki ihtiyaçlarına cevap verme gayreti, belki de kendi kabiliyet seviyeleri yüzünden çok fazla konuşmuşlar, çok fazla ders vermişler, öğretmişlerdir. İlk olmaları ve gözleri önünde bir toplumun kayıplarına, seviye ve irtifa kaybedişine şahit oluşları da bunda etkili olmuştur.
Fakat konuyla alâkası bakımından bu döneme ait bir esere, bir yazar ve kahramana bakmakta fayda görüyoruz. Gazeteci, şair, romancı, tiyatrocu, makale yazarı, tarihçi, dilci, politikacı olan velhasıl toplumun istyediği her şeyi nefsinde halletmeye çalışan Namık Kemal’in meşhur İntibah’ında, yazarın ne kadar açık konuştuğu; ne kadar öğretici, ibret dersi verici bir baba olduğu açıktır. Fakat, Tanpınar’ın bu eser halkkındaki enterasan bir yorumu, İntibah hakkındaki yerleşik inanç ve fikirlerle uyuşmamaktadır. Tanpınar bir makalesinde, yazarın çok şekilci, katı, tek yönlü tarafını anlatırken,
“Perihan iyidir, Şehriyar kötü ve fenadır. Dilâşub ve Mehpeyker de böyledir. Birisi sahneye çıkınca öbürünü de gölgesi gibi beheme(ha)l beraberinde taşıyacaktır. İki kadınsız romanı yoktur. Bu şahıslar kendi talihlerini tek başlarına taşıyamıyorlar demektir.”[1]
şeklinde cümleler kurar. Gerçekten de Namık Kemal’in, sosyal endişeleri, “vatanda ve cemiyette görmeyi ümit ettiği feyz” için bu romanda çok bilgi ve ders verdiği; neticede eserin roman sanatı bakımından aksadığı göze çarpmakadır.
Fakat Tanpınar’ın farklı ve önemli bir başka dikkati vardır ki, bizim asıl tartışmak istediğimiz de budur. Yazarın cümleleri şöyle:
“Kitabın en canlı tipi şüphesiz Mehpeyker’dir. Fakat onu muharririn bize gösterdiği ışıkta değil de kendisi olarak almalıdır. Pek az kitapta muhayyilenin yarattığı şahıs o muhayyilenin kendisine bu küçük hikâyede olduğu kadar itiraz eder. Bu yüz kırk sahife boyunca muharririn sesinden fazla, biz behemehal olduğunun dışına çıkarılmak istenen biçare kadının itirazlarını duyarız. Sanki durmadan: «Fakat ben bu değilim… Ben hiçbir zaman düşündüğün insan olmadım!… Bırakın da ben kendimi anlatayım…» der gibidir.
Fakat Namık Kemal her defasında onun sözünü keser, yahut en kat’î hükümlerle ve en ağır kelimeleri kullanarak çerçeveler. Hiçbir romancı onun kadar kahramanının açıktan açığa düşmanı değildir. Hakikatte Namık Kemal bu hikâyede bir nevi ikilik içindedir. Bir taraftan Mehpeyker’i ve Ali Bey’e olan bağlılığını bütün kuvvetiyle anlatmak için lâzım gelen her şeyi yapar. Diğer taraftan da okuyucuya onu en kötü çizgileriyle takdim eder.”[2]
İlk alıntıya göre Namık Kemal, görüldüğü üzere, Tanpınar’a göre kahraman yaratmakta pek başarılı değildir. Sahneye zıttıyla beraber çıkmadıkça varlığını ispat edemeyen kadın kahramanlar hakkındaki yorum bize bunu söyler. Fakat, ikinci alıntıda sanki Tanpınar, Namık Kemal’i yeriyor görünürken methetmektedir, Bu dikkate göre Namık Kemal, kahramanını iyi tanımıyor, onu kontrol etmekte güçlük çekiyordur. Dolayısıyla burada yazar, bir zaaf içerisindedir.
Tersten bakıldığında ise Mehpeyker’de Namık Kemal’in aksadığı değil, bilâkis yükseldiği göze çarpmaktadır. Yazarına itiraz edebilen, karşı çıkabilen bir kahraman, kuklalara göre daha çok kahramandır. Namık Kemal’in Tanpınar’a bu yorumu yaptırabilmesi için, onun canlı ve kendisine karşı çıkabilen, gerçekten var olan bir kahraman yaratması gerekmektedir.
Yine mevzua dönersek diyebiliriz ki, deneme-romanlardaki kahramanlar, yazarlarının dünya algılayışlarının sözcüleri, yerleşik tabirle, yazarın sözlerini emanet alan kahramanlardır. Veya karakter değil, tiplerdir. Zaten, kahraman demek, kendi kaderiyle hesaplaşabilen demektir.
Deneme, edebiyat literatüründe, bilimsel verilerle desteklenmeyen ama bir mesele, durum veya olay karşısında yazarın serbestçe konuştuğu bir edebî türdür. Bu tür yazılarda yazar, kendi fikir ve yorumlarını açıkça söyleme hürriyetine sahiptir. Oysa roman, özellikle çağdaş roman, yazarından bu tür bir hürriyeti esirger; romancı, kahramanlarının hürriyeti uğruna, kendi hürriyetini feda etmek mecburiyetindedir.
Bir roman, romancının bir konu, olay veya problem hakkındaki fikirlerinin zayi olmaması için kaleme alınmamalıdır. En azından, bu tür bir endişesi varsa bile okuyucudan bunu ustalıkla gizleyebilmelidir. Yazının başında belirttiğimiz gibi, elbette her roman, yazarının “aşktan ağladığı, dertten söylediği” bir alandır. Fakat iyi bir romancı üslûbu, romanda tartışılan fikirlerin, kurulan cümlelerin, alınan tavırların “sadece” yazarın olmaktan çıktığı romandır. Bir kahramanın söylediği bir şey, gerçekten O’na ait olmadıkça ve bu şeye yine roman içinden bir antitez üretilmedikçe, yine bu şeyin farklı sesler tarafından kritiği yapılmadıkça, o roman deneme-roman olmaktan kurtulamayacaktır. Romanı, daha kuşatıcı bir ifadeyle, sanat eserini vaiz kürsüsünden ayıran, konferans metni olmaktan kurtaran işte bu tür bir çoksesliliktir.
Yard. Doç. Dr. Mehmet Samsakçı