a
Kosovaport

Kosovaport

23 Kasım 2024 Cumartesi

MEHMET AKİF ERSOY – HAYATI, SANATI VE ESERLERİ

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Geçen hafta ilk yazımı İstiklal Marşının kabül ediliş öyküsüne ayırmıştım. Bu hafta ise, İstiklal Marşının büyük şairi Mehmet Akif Ersoy’un üzerinde durmak istiyorum. Akif her iki millet için de önemli bir isimdir. Aslen arnavut olmasına rağmen onu yetiştiren Türk milletidir. O da zaten İstiklal Marşıyla milletinin kalbinde taht kurmuştur.

Şimdi isterseniz Akif’i hayat hikayesinden başlayarak farklı yönleriyle ele almaya çalışalım:

HAYATI: Mehmet  Akif, 1873 Fatih/İstanbul’da doğdu. İlk şiirlerini okul sıralarında kaleme alan Akif bütün çağdaş aydınlar gibi Abdülhamit’ in istibdadına kin duyarak yetişir. Meşrutiyet ilân edilince de İttihat ve Terakki Partisine girer. Birkaç ay sonra da Darülfunun edebiyat müderrisliğine getirilir. Ayrıca Mehmet Akif, Büyük Millet Meclisinde Burdur Milletvekilliği yapar. 1936 yılında İstanbul’da vefat eder. Kabri Edirnekapı Mezarlığındadır.

Akif 1908’de açılan fikir ve sanat hareketinin içinde yer alarak daha önceleri yayımlayamadığı şiirleri Sebilürreşat’ta yayınlamaya başlar. Bu ilk şiirlerinde İstanbul’daki sefaleti gerçekçi bir biçimde betimler. Önemli eserleri arasında Safahat (1911), Süleymaniye Kürsüsünde (1912), Hakkın Sesleri (1913), Fatih Kürsüsünde (1913), Hatıralar (1917) sayılabilir. Akif, İstiklal marşını yazdığı sıralarda altıncı kitabı olan “Asım” üzerinde çalışmaktadır.

EDEBİ ORTAMI NASILDI?: Akif’in yaşadığı dönem dikkate alındığında Osmanlı’nın en zor dönemidir.Ortada “vatan namına kabristan” varken buna kayıtsız kalmak mümkün değildir.

Bu yıllarda, ülkenin batıya meyli bürokrat ve sanatçıların özlerine  güvensizlikle her şeyi dışarıda aramaları genelde rastlanılan bir tutum olmuştur. Bir çoğu şekilde ve kalıpta kalan Batı hayranlarının olumsuz sonuçları devletin yıkımını hızlandıracak ve üst üste çıkacak savaşların da yolunu açacaktır. Bu karışık ortamda öğrencilik yıllarını yaşayan Akif, asıl varlığını da doğup büyüdüğü ortamdan kat kat ağır bir sosyal çevrede göstermektedir. Karşısında vatanın kabristan haline dönmüş hali dururken, milyonlarca memleket evladı dipçikler altında ezilirken, onun bu durum karşısında etkilenmemesi mümkün değildir. Gazeliyat vadisinden ayrı, realist ve didaktik bir vadiyi tercih sebebi de budur.

Sanatçılardan birçoğunun toplumun dertlerine ilgisiz kalması Akif’e başka şeyler de düşündürür. Çağdaşlarını hicvederken onları çevresindeki olumsuzluklarla birlikte zikreder. Fecr-i Aticilerin şiirdeki “şahsi ve muhterem” tarafını ve A.Haşim’in müphemiyet arz eden yanını hedef alan mısralarla toplumdan uzak kalanları eleştirir.

Ülke gerçeklerinden habersiz, meselelerin uzağında ve dışında adeta “fildişi kule”de sanat sanatlarını icra edenlere şu mısralarla hitab eder:

Halkı irşad edecek öyle mi bunlar? Heyhat

Kimi Garb’ın yalnız fuhşuna hasbi simsar

Kimi, İran malı der köhne alır hurda satar

Eski divanlarımız dolu oğlanla şarap

Biradan,fahişeden başka nedir şir-i şebab?

Serseri hiçbirinin mesleği yok,meşrebi yok

Feylesof hepsi ;fakat pek çoğunun mektebi yok!

Ülkenin “gül devri” geride kalmıştır.Belki Akif’in içinde yaşadığı toplum bahtiyar ve mesut bir devrinde olsaydı, onun da bir çokları gibi aşktan tabiattan bahseden bir şair olması düşünülebilirdi.

Hayattan kopuk,içeriği olmayan bir eserin sadece sesler ve ritimlerden ibaret kalacağı kesindir. Eserde sanat yönü ihmal edildiği zaman da düşünce, duygu ve hayal ham malzeme olarak kalır. Akif her ikisini dengede tutmayı denemiştir. Yapılması,hissedilmesi gerekenler ne kadar fazla ise Akif o ölçüde fazla yazmış,durgun bir ortamda verim yeni duruma paralel olarak düşmüştür.

Milli mücadele döneminde velud bir şair olan Akif’in 1922’den sonra aynı oranda verimli olmadığı anlaşılmaktadır.

Akif’in şiirini oluşturan edebi ortamı sadece Osmanlı mülkünün sınırları ile sunmak eksik olacaktır. Sahip olduğu dünya görüşü tüm insanlara yönelik bir huzuru tavsiye ettiği için geniş bir coğrafya, dolayısıyla tüm insanlık şiirin içindedir.

AKİF’TE SANATIN MAHİYETİ ve İSLAMCI DÜŞÜNÜŞÜN ŞİİRE YANSIMALARI: Akif’e göre bir duygunun ruhtan çıkmış olması ruha etki etmesi için yeterli olmaktadır. Bu nedenle sanatçının samimi oluşu eserinin tesirli olması için kafidir. Sırat-ı Müstakim’deki şu yazısı Akif’in bu konudaki görüşünü destekler: “Araplar, söz ruhtan çıkarsa ruha  girer, ağızdan çıkarsa kulağın hududunu aşamaz derler ki  ne kadar doğrudur.” Akif yazısının devamında, içinde doğrudan doğruya hiçbir sanat öğesi olmamasına rağmen bir eserin samimiyeti sayesinde ruhu etkileyebileceğini ifade eder.

Akif, yaşadığı dönem itibariyle sanatını toplum için kullanmayı tercih etmiştir. Kendisine sanat hakkındaki fikri sorulunca “sanat, sanat içindir düsturu ölmüştür. Cemiyete,hayata yaramayan sanat yerin dibine batsın.” der.

Akif’in yaşadığı devir aç, çıplak bir millet görüntüsü vermektedir. Bu devirde süsten ziyade giyecek, yiyecek lazımdır. Akif’in sanat telakkisinde bu şartlar da belirleyici olmuştur. Şair, “Şiir için edebiyat için ‘süs, çerez’ diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur lakin bizim gibi aç, çıplak milletlere süsten, çerezden evvel giyecek lazım. Onun için ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize bir şey söylemez.” der.

Edebi eserlerde toplumun meselelerini dile getirmenin milleti düşmana rezil etmekten başka bir işe yaramayacağını öne süren kişiler tarafından eleştirilen Akif, “Meramımız kendimizi değil maskaralıklarımızı maskara etmektir.” der.

Edebiyatta nüktecilik ve mazmunculuk yapılması, bu yolla boş gayretler sarf edilmesini uygun bulmayan Akif, edebiyatın ahlaki yönüne de ağırlık vermektedir. Divan edebiyatı hakkındaki kanaatinde bu yön ağırlıklı olarak belirleyici olmuştur. Süleymaniye Kürsüsünde’ki şu bölüm Akif’in bu konudaki görüşlerini yansıtmak bakımından önemlidir:

Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarab;

Biradan,fahişeden başka nedir  şi’r-i şebab?

Serseri: Hiç birinin mesleği yok,meşrebi yok;

Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!

Şimdi Allah’a söver. Sonra biraz bol para ver:

Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!

1908’de meşrutiyet ilan edilince devlete el koyan yeni kadro, Tanzimatçı fikirlerin iştirakiyle, padişahı ve eski kadroyu devirir fakat daha sonra ne yapacağını şaşırır. Devleti içinde bulunduğu karışıklık halinden çıkarmak için  çeşitli reçeteler öne sürülür. Bunların arasında ise üç ana düşünce belirir: Her şeyi  tam bir Batıya dönüşmede bulan Batıcılar, Türk ırkının ve varlığının şuuruna varmayı temel kurtuluş olarak gören Türkçüler ve de devlet ile milletin kurtuluşunu  İslam’a sarılmakta bulan İslamcılar.

İslamcı cereyanın tam ortasında yer alan Akif, Eşref Edip ile Sırat-ı Müstakim’i kurar. İslamcı düşüncenin ana noktası,halk ve devlet yapısından çok, kişilerin ahlakındaki değişiklik ve genel hareket tarzlarındaki bozukluk yüzünden varlığımızın tehlikeye  girdiği felaketimizin  islamdan kopmaktan ileri geldiği ve ancak İslam’a dönmekle kurtulabileceğimiz tezine dayanır.

Kimilerine göre İslamcılık klasik görüştür ve karşıdakiler onu hemen eski diye mahkum ederler. Bu dönemde ise Akif,şiirleriyle,makaleleriyle,verdiği derslerle, çevirdiği çağdaş İslam mütefekkirlerinin eserleriyle, aydınlara hakikatleri göstermeye çalışır. O zamanın çağdaş İslam düşüncesini Mısır ve Hint ekolü (Ferit Vecdi, Reşit Rıza ve Muhammed Abduh…) daha akılcıdır. Mısır’ın öbür İslam ülkelerine göre daha önce batılılaşması, ona bu çerçeveyi vermiştir.

Akif’in bu düşünürlerin tesiri altında kalışı biraz fazla abartılmıştır. Çünkü Türkiye’de  yeni İslam düşüncesinin doğuşuyla öbür ülkelerde doğuşu apayrı şartlara bağlı olmuştur. Bu nedenle Akif, fikirlerini bu düşünürlerden çok sokaktan, aileden, klasik kültürden, toplumdan, devletin sarsıntılı halinden ve nihayet kendinden almıştır. Safahat şairi, İslam ruhunu canlandırmak isterken yani akan kanı durdurmaya, yanlış   tedavi usulüne baş vuran yaralıyı kurtarmaya çalışırken, Mısır bilginleri ise islamın genel sistemine yeni bir yorum getirmeye, donmuş kanı harekete geçirmeye  çalışmışlardır.

Akif’in şiirine çıkış noktası olarak aldığı ışık İslam’dır ve İslam’ın ışığında altı yüz yıllık Türk-İslam devleti çökerken, cemiyetimizin içinde bulunduğu ahlaki, içtimai, ruhi, iktisadi şartlar çıplak bir gözle, adeta cerrah yaklaşımıyla ortaya serilir. Yara belli olunca Akif reçeteyi sunar, bu reçetede İslam ilkelerine sıkı sıkıya sarılmak ilk sırada yer alır.

Akif’in şiirini belli bir dönemde, belli bir topluluğun tarihi ve sosyolojik realitesiyle, o toplumun temel değerlerinin bütünü olan İslam karşısındaki durumu, yani iki ana unsur olan İslam ve realite kurar. İşte bu iki unsur onun şiirini özetler.

AKİF VE DİL ANLAYIŞI:Tanzimat’tan itibaren gündeme yerleşen dilde sadeleşme anlayışı Akif’in döneminde “Milli Edebiyat” ilkesiyle daha fazla taraftar bulmaya başlamıştır. Dilde sadeleşme taraftarı olan şair bu konudaki görüşlerini şöyle dile getirir: “Evet lisanın sadeleşmesi farzdır.Gazetelerde zabıta vukuatı öyle  ağır bir lisanla yazılıyor ki avam onu bir dua gibi dinliyor… Avamın anlayabileceği maani ,avamın kullandığı lisan ile eda edilmeli.”

Dil, toplumun gelişimine paralel olarak tabii bir değişime uğrar. Bu değişimin nasıl olması gerektiğini Akif’in Safahat’ında bulabiliriz:

“Lisana hiç yenilik sokmayın”demek:Cinnet.

-Hayır ta’assub eden yok…Şu var ki:İcabı

Tahakkuk etmeli bir kere,bir de,erbabı

Eliyle olmalı matlub olan teceddütler…

Safahat’ta sadeleşme işleminin metotları da verilir. Bu işlemin sakıncalı olabilecek ayrıntıları hususunda ikazlarda bulunulur:

Tasarrufatını aynen alırsak İngiliz’in,

Fransız’ın, ne olur sonra şivenizin?

Lisanın olmalıdır bir vakar-ı millisi,

O olmadıkça müyesser değil tealisi.

Akif döneminin dil anlayışları içinde ne Servet-i Fünuncuların ağdalı ve süslü uygulamalarını beğenir ne de tasfiyecilerin tutumunu beğenir: “Sade yazmak bizim için asıldır…Yalnız sadelikte, “cennet”i beğenmeyip “uçmak” “cehennem”i bırakıp “tamu” diyecek kadar ileri gidecek değiliz.”der.

Dil konusunda da çok titizdir. Bir sanatçının eseri ne kadar rağbet görürse görsün eğer dil Türkçe hatalarıyla dolu ise kıymeti yoktur. Bir ifadenin zihinde tasarlandığı ve tertiplendiği dil ile söylendiği ya da yazıldığı dil aynı olmalıdır.

Bunun yanı sıra Akif’in dil öğretimi üzerine de fikir beyan ettiği görülmüştür.O ,herkesin yabancı dil öğrenmeye zorlanmaması kanaatindedir.”Biz Fransızca’nın ne herkes için lazım olduğuna ne de hiç kimse için lazım olmadığına kani değiliz. Bu lisana ihtiyacı olanlar hakkıyla okutulsun,olmayanlar beyhude yere uğraştırılmasın,kendilerine faydalı olacak şeylere çalıştırılsın demek istiyoruz.”der.

ŞİİRİNİN TEMEL HUSUSİYETLERİ: Akif’in öğrencilik yıllarında şiire başladığı anlaşılmaktadır ancak bunlardan elimizde zengin örnekler yoktur. Kendisi de “kendini milletin huzurunda” gördüğü  andan itibaren sevda şiirlerini hiç yazmamış ve yazdıklarını da yakmıştır. İlk şiirlerinde divan geleneğinin şekil olarak devam ettiği görülmektedir. Bu dönemde örnek aldığı sanatçıların başında Fuzuli gelir.

Türk edebiyatında onun kadar hayatı şiire ve şiiri hayata sokmuş başka bir şair yoktur. Ona göre şiir bir haldir. Yaşanır dile getirilmez, tarif edilemez. Şiir konusundaki fikirlerini Safahat’teki şu mısralar ele verir:

Şiir için gözyaşı derler; onu bilmem, yalnız

Aczimin giryesidir bence bütün asarım

Ağlarım ağlatamam,hissederim söyleyemem

Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım

Onun şiirini şöyle tablolaştırabiliriz: Şehri, insanı, sokağı, kahvesi, bütün sefaletiyle bir toplumun,şark ülkelerinin acı manzaraları ve bunu  bir projektör aydınlığıyla gösteren bir gün ışığı,yani İslam. İslam, tek bir ferde hitap eden mücerret yanıyla değil, tarihin belli bir döneminde en trajik şartları yaşayan Müslüman bir milletin halini tespit için Akif’in şiirine girer. Bunlara bakarak Akif’in sanat ve hayat bütünlüğü içinde bir şair olduğu söylenebilir. Samimi olmak şiirinin temel dayanaklarındandır:

Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri:

Ne tasannu’ bilirim çünkü ne san’atkarım.

Akif’e göre” şiirin gayesi olmalıdır, bazı sıkıntıları aşmada, zorlukları gidermede şiirin imkanlarından yararlanılmalıdır. Bunun dışında şiirle meşgul olmak gereksizdir” diyen şair aslında bir noktada şiirin estetik değerini gözardı etmiş bulunmaktadır. Edebi hayatı şiirle geçmiş bulunan şair, şairliği faydalı bir iş olarak görmez. Asım’daki şu mısralar bu görüşünü dile getirir:

Hangi bir fende teali edebildin evlat?

Hangi sanatta rüsuhun göze çarpar?Anlat!

Ulemadan mı sayıldın?Fukahadan mı?

-hayır.

-Ya siyasi misin nesin?Kendine bir meslek ayır.

-Şairim.

-Olmaz mıydın:O ne yüzler karası!

Bence dünyadaki işsizlerin en maskarası.

-Af edersin onu!

-İmkan yok etmem ,ne demek!

Şiire meslek diye, oğlum, verilir miydi emek?

Onun şiirlerinde geniş bir coğrafyanın izleri daima hissedilir. Bir anlamda şiirini besleyen coğrafya çok geniştir. Mesleğinin insanla içiçe olması onun şiirlerindeki çok sesliliğin sebeplerinden biridir.

Mukayese de onun şiirlerinin bir diğer özelliğidir. Doğu-Batı arasındaki mukayesede Batı’ya ait izlenimlerin temelinde Almanya vardır.Akif buraya teşkilat-ı mahsusanın görevlendirmesiyle gitmiştir.Safahat’ın Hatıralar bölümünün bir kısmı Berlin Hatıralarına ayrılmıştır.Dolayısıyla dış seyahatleri de onun şiirini oluşturan bir malzeme olarak karşımıza çıkar.

ŞİİRNİN KAYNAKLARI: Akif edebi ve siyasi alanda Batıyla temasa geçtiğimiz bir dönemin sanatçısıdır.Batının edebi anlayışının edebiyatımıza çeşitlilik getirdiği devirde o, her iki tarafın, doğu ve batı edebiyatlarının ürünlerini asıllarından okuyacak bir seviyeye sahiptir bu nedenle iyi Fransızca bilen Akif için Batı edebiyatına vakıf olmak o kadar zor olmamıştır.

Onun Türk edebiyatına ilgisi öğrencilik yıllarında başlar.Zevkle okuduğu sanatçıların başında vatan şairi N.Kemal vardır.

Bunun dışında edebiyatımızın önemli şahsiyetlerinden acem edebiyatının beşeri zaaflarını yansıtan  Fuzuli’nin, din ve İslam felsefesinin tesiri ile olgunlaşan insan ruhunu ,ahlaki meziyetlerini şiirlerinde yansıtan Şirazlı Sadi’nin ve Hafız’ın eserleri yanında Victor Hugo’nun Sefiller’ini, Alphonse Daudet’nin Jack’ını, Le Martine ‘in Greziella’sınını da okuyarak yetişmiştir. Kendisi İbn’ül Fariz’i, Hintli şair Feyzi’yi çok beğenip zevkle okuduğunu anlattıktan sonra “Le Martine’i de o kadar sever, o kadar hürmetle, o kadar iştiyakla yad ederim”der.Akif böyle yetiştiği ve böyle düşündüğü için Doğu ve Batı medeniyet anlayışı bakımından çağdaşlarının çoğundan ayrılmaktadır.

Süleyman Nazif onun üzerinde etkili olan isimler hakkında “M. Akif’in şahsiyeti  edebiyesinde dört şairin nüfuzu ziyade görünür. Evvela Muallim Naci’yi seve seve okumuş, Abdülhak Hamit’e meftun.Bir aralık da Kemalzade Ali Ekrem’in Elvah-ı Tabiatiyle,Tevfik Fikret’in farz-ı tahkiyesine müncezip olmuş”tur der.

I.Safahatta yer alan,19 yaşlarında iken Hilmi isimli bir refikine hitaben yazdığı şu şiir (Mersiye) ondaki Hamit izlerini açıkça ortaya koyar:

Ey aslına ittihak eden nur

Sensin bana her tarafta manzur

Olsam da zilal içinde mestur,

Bir an değilim o lem’adan dur.

Ruhumda ebed-karar şu’len.

Ey hatırasıyla kaldığım yar,

Artık aramızda bir cihan var

Sen gökte safa-güzin-i didar

Ben yerde azap içinde bizar!

Guşumda bütün terane şiven!

Sanat anlayışı bakımından insaniyete hizmeti tercih eden Akif, İran edebiyatında da  üslubuna kaynak olabilecek sanatçıları bulmuştur. Abdullah Tansel’in deyişiyle “Fikret ve arkadaşları Coppee vs. gibi  Fransız realist şairlerini örnek tutarak içtimai manzum hikayeler yazarken, Akif aynı kaynağı şarkta Sadi’nin eserlerinde bulmuştur.”

Toplumun meseleleriyle ilgilenmek, sözü sade ve açık söylemek Sadi’den gelen bir özelliktir.Kendisi de “Zannediyorum ki okuduğum şark ve garbın muhalledatı içinde Sadi’nin eserleri kadar üzerimde hiçbiri müessir olmamıştır” der.

Küçük imkanlardan büyük neticeler çıkarma konusunda Sadi’nin üslubunu sürdüren batılı sanatçılardan Dumas’nın eserlerini beğenir. Bunun için “Sadi’nin küçük hikayeleri saatlerce beni düşündürürdü. Her şeyin az şeyde olduğunu söyleyen Dumas’nın mukaddimesini okuduktan sonra Sadi’deki sırr-ı sanatı anladım. Demek büyük büyük hikmetler, ibretler göstermek için uzun uzun vakalar tertip etmeye lüzum yokmuş.” demiştir.

Hem Fransızcasını ilerletmek hem de batı edebiyatını tanımak amacıyla yoğun okumaları süren Akif’in bu gayretleri iki ayrı iklimin sanatının oluşmasında vesile olmuştur. Eşref Edip’in verdiği bilgilere göre sanatçının cebinde daima Fransızca bir eser bulunur ve fırsat buldukça onu okumaktadır..

Dikkatle inceleyecek olursak Akif’in batılı sanatçılara hayranlığı kendi kültür coğrafyasındakilerden az değildir, bu durum şiirlerinin de çok yönlü olmasını sağlamıştır.Olaylara daha değişik açılardan bakma imkanı kazanan sanatçı, bu özelliği ile farklı olmayı da elde etmiştir.

Batı edebiyatından Akif’i besleyen bir yönde lirizmdir.Şiirlerindeki lirik tarafın bu iklimin sanatçıları tarafından desteklendiği görülmektedir. La martine’i beğenmesinin ve ilgiyle okumasının sebebi eserlerindeki dini lirizmdir.

Fransız edebiyatında roman ve şiir türlerinde, düşünce eserlerinden yoğun bir okuma ile Akif şiir temellerini atar. Prof. Dr. Orhan Okay’ın tespitiyle “Lirik şiirlerinde Musset, Hugo ve La Martine’in manzum hikayelerindeki tasvirlerinde de Daudet ve Zola’nın tesirinin izlerini görmek mümkündür.”

Çok değişik kaynaklarla muhatap oluşu Safahattaki şiirlerinde çeşitli olmasına sebep olmuştur.Farklı şekillerin, farklı temaların ortaya çıkışında kaynak zenginliğinin etkisi büyüktür.

Bunun dışında Akif ,İslam tarihinin hatıralarına hayrandır.Menkıbe haline gelmiş uzun tarih dilimi, şiirlerine konu olmuştur. Kocakarı ile Ömer, Necid Çöllerinden Medine’ye gibi şiirlerinde bu anlayışın izleri vardır.Akif tarihiyle gurur duyar, hayran olduğu bu tarih doğal olarak şiire yansımıştır.

Çevre onun şiirine kaynaklık eden en büyük amildir.Hayatın çeşitli görünümlerini şiirleştirmek onun amacı olmuştur. Gördüğü hiçbir şeye ilgisiz kalamamıştır. Kademe kademe bir hayat bütün yüzleriyle esere girmiş, şiirin temeli olmuştur.Bu dönemin insanı camide, kahvede, meyhanede,cephede kısaca her mekanda, tüm sefaletiyle, coşkusuyla, sızısıyla şiire konu olmuştur. Akif’inde bütün  şiirlerinin özünde  millet ,milletin kurtuluşu ve yücelmesi yatar. Din ve vatan aşkı, millet sevgisi şiirinin temelini oluşturmuştur. Eşref Edip ,Cenap Şehabettin’in şu sözlerini nakleder: “Onun kalbi fani hislerden çok  uzak ve çok yüksek iki aşk ile yanar: Din  ve vatan aşkı…”

TÜRK TOPLUMUNUN ROMANI “SAFAHAT”: Akif’i sadece Safahat’taki şiirleriyle sınırlandırmak mümkün değildir.Safahat’ları oluşturmadan önce,başka vadilerde de şiir çalışmaları   olmuştur.

Bilindiği gibi Akif, Tanzimat edebiyatının ikinci dönemdeki hareketli edebi ortam içinde yetişmiştir.Batı edebiyatından derlenen edebi anlayışın icra edildiği bir dönem Akif’in sanat mektebi olmuştur. Safahatların kaleme alındığı 1908 sonrası yıllar ise edebi çeşitliliğin, siyasi karışıklığın en fazla olduğu dönemdir.

Safahat bir nevi günlüktür.Ancak bir şairin beni etrafında toplanan eşya ve olayların anlatılışı değil, bütün bir toplumun günlüğü…

Bütün şiirlerini, safahat yani safhalar (dönemler) adı altında toplaması da bu günlük şuurunu göstermektedir.Savaş olmadığı zamanlar toplumun günlük hayatından tablolar çizilir. Camiler, kahveler, hastalar, meyhaneler, idarenin bozukluğu tablolar halinde bir çöküşün umumi görünüşünü verirler.

Savaş yıllarında Safahat da toplumla birlikte günlük yaşayışını bırakmış destan çığırına girmiştir. I.Dünya savaşı ve Çanakkale Savaşının destanı Safahat ile yazılır. Süleyman Nazif’e Cevap, Bülbül, Çanakkale Destanı ve İstiklal Marşı  gibi şiirler, artık realizmin aşıldığı ve hayallerin bütün genişliğinin kullanıldığı bir destan parçalarıdır. Bu bakımdan İstiklal Savaşının destanı yazılmamıştır demek doğru olmaz.

Safahat’a panoramik bir bakış attığımızda ilk bölümde toplumun sıradan günlerini, Süleymaniye Kürsüsü’nde cemiyette çarpışan ve er geç ona bir biçim verecek olan alternatif fikir ve görüşlerin tenkidi ve kurtuluş yolunun ifadesini, Hakkın Sesleri’nde idealinin, İslamın, Kur’an yolunun açıklanmasını, Fatih Kürsüsünde halkın ve aydınların genel incelenişini, Hatıralar’da gezi intibalarını buluruz. Bu kitapta yer alan Necid Çöllerinden Medine’ye şiiri Akif’in en güçlü şiirlerinden biridir. Çölü bütün yakıcılığıyla şiirine sokmuş,ufak bir kaydırmayla tabiat serabını sosyal seraba ustaca çevirmiştir.

VI. Safahat (Asım), yazılış zamanları aynı olduğu için, içine İstiklal ve Bülbül’ü de  katacak olursak, bir yandan  bir nevi destan şiiri, öte yandan da şairin özlediği geleceğin şiiridir.Şimdiki zaman şairi olan Akif, bu şiirinde gelecek zamanı da gününe taşımıştır. Ve böylece realitenin içinden ideal bir neslin çizgileri doğar, savaş içinde, bütün gündelik iğretiliklerden kurtulan Asım nesli, şimdiki zaman içinde geleceğin nesli haline gelir.Ve ilk defa, kalemini hep cemiyeti karalamakta kullanan şair, övgüye tahsis etmiş olur.

VII. Safahat (Gölgeler) ise, artık öteye bakış şiirleridir. Hicran, Gece ve Secde gibi şiirleri şairin ebedilik içinde kendini unutma denemeleri ve geri dönüşünde kendini avutan ahenkler getirmesini arzuladığı yankılar adına yolladığı dalgalardır.

Safahat’ı sosyolojik bir bakışla şöyle vasıflandırabiliriz:

1-I.Safahat (Genel sosyolojik çizgiler-Denemeler)

2-II.Safahat(Süleyman. Kürs.) Spekülatif yapı şiirleri

3-III.Safahat(Hakkın Sesleri) Değer hükümleri

4-IV.Safahat(Fatih Kürs.) Siyasi Yapı

5-V.Safahat(Hatıralar) Karşılaştırmalı tarihi-sosyolojik çizgiler

6.VI.Safahat(Asım) Tarihi-destansı yapı, savaş sosyolojisi, potansiyel halinde gelecek zaman.

7-VII.Safahat(Gölgeler) Metafizik.

Akif şiirle düşünmeyi edebiyatımıza sokan hemen hemen tek şairdir.Safahat için bir toplumun başından geçenlerinin şiirle anlatılması diyebiliriz. Edebiyatımızdaki yeri ve şiirin özellikleri göz önünde tutulursa, hemen hemen tektir.Gerek modern Türk edebiyatında gerekse eski edebiyatımızda bir dönem fikriyle donanmış olarak belli bir dünya görüşünün ışığında, geniş anlamdaki kronikler halinde, safha safha bir kuşağın dramını veren ,ilk bakıştan birbirine zıt, realist çizgilerle mitleşmeğe elverişli davranışlarını kaynaştırarak canlandıran bir başka realizm ve destan şairimiz yoktur.

Safahat’a bağlantı (angajman)açısından bakışta da, şiirimizde ilk olarak Akif’in şuurla başarılı bir bağlantı şiirini kurduğu tespit edilir. Onun şiirinde fikir, eşya, insan ve zaman öyle bir kaynaşma içindedir ki, tezi şiirden ve şairden koparmak ve ayırmak mümkün değildir. Safahat, yazıldığı günlerin şartlarında bir ihtiyacı karşılamak gibi bir görev de üstlenmiştir.

 

KAYNAKLAR:

Bu yazı, 2010 yılında Arş.Grv. Esra Kara ve Arş.Grv. Dilara karakaş’la birlikte başkanlığını yaptığım “İstiklal Marşının Kabülü ve M. Akif Ersoy” adlı bir paneldeki konuşmalardan hareketle hazırlanmıştır.

1-)Hisli Yürek, Nazım Elmas

2-)Mehmet Akif, Sezai Karakoç, Diriliş yay., İst.1999

3-)Mehmet Akif, Nurettin Topçu, Dergah Yay., İst.1998

4-)Mehmet Akif Ersoy, Yaşamı-Sanatı-Yapıtları; Engin Yay. (Hazırlayan:İsmail Yerguz)

5-)Mehmet Akif, Mithat Cemal Kuntay, Timaş Yay.

jojobetCasibom GirişJojobet Giriş YapcasibomMeritking Girişholiganbet girişbaywincasibom güncelcasibom girişdeneme bonusuCASİBOM GÜNCELgrandpashabet giriş