29 Ekim 2024 Salı
1839’da, Mustafa Reşid Paşa’nın “ailesiyle helâlleştikten sonra” Gülhane Parkı’nda halka metnini okuduğu Tanzimat Fermanı, bir ahidleşmenin belgesidir, bir taahhütnamedir. Zaten bir süredir devam eden Batılılaşma / modernleşme hamlelerinin, devletin resmî ideolojisi, resmi rotası hâline gelişinin yazılı ifadesidir. Tanzimat, “nazm, nizam” yani “düzen” köklerinden gelir ve çoğul hâliyle “düzenlemeler” demek olur.
Ferman, öncesiyle-sonrasıyla, içerdiği bazı paradokslarla, siyasî ve hukukî yapısıyla tarih, diplomasi, hukuk, Türkoloji ve sosyoloji gibi alanların uzmanlarınca uzun uzadıya tartışılmış ve tartışılmaya devam edilen bir konudur. Bizim bu yazıdaki mevzuumuz ise Tanzimat’tan sonra yeşeren edebiyatımız ve bu edebiyat içerisinde gördüğümüz insanımız ve milletimizdir. Önceki yazılarımızla ilişkilendirerek söyleyelim, Tanzimat sonrasında ortaya konan edebî ürünlerin ve bunlarda arz-ı endam eden kahramanların, yani metnin objelerinin divan şiirinden, klâsik kültürden ayrılma noktaları, sebepleri ve biçimleridir.
Hemen belirtmek gerekiyor: Türk edebiyatının, Türkoloji’nin yaşayan en büyük hocası Prof. Dr. Ömer Faruk Akün, ezber bozan diğer yazılarında yaptığı gibi “Tanzimat Edebiyatı Sözü Ne Dereceye Kadar Doğrudur?” isimli çalışmasında, 1839 sonrası edebiyat için Tanzimat Edebiyatı denilemeyeceğini edebî ve tarihî gerekçeleriyle ispatlamıştır. Yeni veya modernist (henüz modern diyemiyoruz bu metinlere) edebî ürünlerin hemen Tanzimat’la beraber ortaya çıkmaması, bu yeni metinlerin okuyucuyla buluşmasının 20-30 yıl alması dolayısıyla bu döneme Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı demenin daha ihtiyatlı ve doğru bir tutum olacağı düşünülür. Tanzimat veya Tanzimat Sonrası… 19. asırda, asrın sonlarında ne olmuştu? Olan şu idi: Allah’a, insana, topluma, tarihe, tabiata, ölüm, hayat, ruh, zaman gibi metafizik kavramlara bakış ve bunları idrak ediş değişti… Değişen insanla, değişen aydınla beraber edebiyat da değişti. Bu yeni algılama, bu idrak ve sorgulama iledir ki Türk Edebiyatı yeni perspektifler kazandı. Fakat kaybettikleri de oldu.
Türk aydınının, askerinin veya politikacısının, kısaca Türk entelektüelinin Batıyla gerçek anlamda temasından önce, yani klâsik diyebileceğimiz yüzyıllarda, kâinata bakış “Allah” merkezliydi. Yani, kâinat ve içindekilere, mahlûkâta Allah’ın istediği gibi bir nazarla bakma gayretleri söz konusu idi. İslâm’ın ezoterik ve estetik yorumu olan tasavvuf da bütün âlemi, yer ve gökleriyle bütün evreni Bir ve Tek olan, “gizli hazine iken” bilinmeyi isteyen, bilinmeyi seven, kendini ve eserini bildiren Allah’tan başka “var” kabul etmiyordu. Var olmak için, başka hiçbir varlığa, hiçbir şeye ihtiyaç duymayan, gücün ve güzelliğin, yüceliğin kaynağı ve sahibi olan Allah… Bu yüzdendir ki insan, kendi başına, başlıbaşına, herhangi bir insan olduğu için değil, Allah’la ünsiyeti olan, ezelî bağı olan, kısacası “ilişkisi” olan, Allah’tan olan bir varlık olduğu için değerli idi ve değerinin maddî bir karşılığı, bedeli, ücreti yoktu.
Hoşca bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
(Kendine iyi, dikkatle bak! Sen kâinatın özü, cevherisin. Âlemlerin göz bebeği olan insansın sen.)
Batı aydınlanmasının dünyaya hediye ettiği tek taraflı ve her yöne çevrilebilecek (nitekim çevrilen) “hümanizm”inden çok farklı olan bu insan sevgisi, insan coşkusu klâsik sanatlarımızı da şekillendirdi. Eşref-i mahlûkât yani yaratılanların en şereflisi olan insan, bedeni, fiziği, maddesiyle değil; ruhu, metafizik yani fizik kanunlarının çok üstünde, ötesinde olan hisleri ve manevî kıymetleriyle şiire girdi. Bu yüzdendir ki divan şiirinin sevgilisine ait, herhangi bir okuyucu için ilk bakışta saçma, yersiz veya tutarsız gelebilecek benzetmeler aslında bir “soyutlama” tekniği idi. Sevgili, maddî çizgilerinden soyutlandı, maddesi sıfırlandı ve ortada bütün ihtişamı, bütün ele avuca sığmazlığı, bütün sonsuzluğuyla “ruh” ve “mânâ” kaldı. Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sındaki anlatıcılardan “Ağaç”ın “Ben bir ağacın kendisi değil, mânâsı olmak istiyorum” demesi bu noktada çok anlamlı, çok değerli bir idrakin dışavurumudur.
Fakat Türk edebiyatçısı, Türk entelektüeli kendi değerlerine, kendi ülkesi ve insanına Batı’dan aldığı gözlüklerle bakmaya başladıktan sonradır ki insan, bu tahtından indi, indirildi. Artık, etiyle, kanıyla, bütün somut ve maddî özellikleriyle erkek ve kadınlar şiirin, romanın, hikâyenin konusu, objesi oldular. Bu kez olanca gücüyle “somutlaştırma” devri başladı. Artık insan, her hâliyle, bütün mahremiyetiyle, zaaflarıyla, çıkmazlarıyla, suçlarıyla ve zaman zaman da erdemleriyle edebiyata ve hayata girdi. Bu somut, maddî ve toplumcu edebiyat, sosyal, siyasî, askerî, kültürel ve ekonomik problemler içinde yüzen, kafası karışmış olan, “bilinci yarılan” bir milletin, yanlış yollardan dönmesi, uyanması, kalkınması için elbette saygıdeğer bir devir açmıştı. Edebiyatımız önceleri hayatın üstünde idi, şimdi tam, reel ve aktüel anlamda hayatın içine girdi; hayatın içinden aldığını dönüştürerek ya da sanatın sırlı aynasından yansıtarak ortaya bugün için bile değerli ürünler verdi.
Fakat divan şiirinin o çok ince, haddinden fazla ince, kırılgan, tüy gibi hafif sevgilisi gitti, yerine daha reel ama daha katı, zaaflarla dolu bir sevgili geldi.
Bûy-i gül taktîr olunmuş nâzın işlenmiş ucu
Biri olmuş hoy birisi dest-mâl olmuş sana
(Gül kokusu damıtılmış, nazın ucu işlenmiş, birisi ter, birisi mendil olmuş sana)
Gül kokan terin naz mendiliyle silinişini – beytin mânâsına daha uygun bir tabirle söylersek – “alınışını” bir düşünelim. Gerçekten divan şairi aşırı hisli, aşırı incedir, onun sevgilisi daha da ince, daha da narin, daha da nâziktir. O kadar ki yukarıdaki beytin şairi İstanbullu Nedim’in sevgilisi, bırakın buseyi, buse kelimesinin harflerinden olan “sin”in dişlerinden, tırtığından bile incinir. Evet, bu şiir, incelikte de mübalâğanın, evc-i bâlânın şiiridir.
Tanzimat sonrası Türk şiirinin sevgili tipi ise, herhangi bir insan, herhangi bir kadındır. Ve değeri bedeni kadardır. Artık şair, bedeni ve maddesiyle bir “kadın”ın şiirini yazar. Artık fizikî güzelliğin, bedenin, tenin ve etin geçerli olduğu, geçer akçe olduğu bir çağın, yani pozitivizmin, rasyonalizmin, realizmin ve insanı insanlığından uzaklaştıran, kendisine yabancılaştıran benzer “izm”lerin çağında kadın, erkeğin ulaşılmazı, prensesi, kraliçesi değil, flörtü hâline geldi. Fakat her şeyi fizikî güzelliğe bağlayan, bir insanı sadece dış güzelliğine göre seven ve değerlendiren birisinin aşktaki sadakati tartışmalıdır. Sadece güzelliği için sevilmiş birisini daha güzeli unutturmaz mı? Daha güzel yoksa bile, güzellik geçici, fâni ve kısadır, bâki olan ruh ve mânâdır. Divan şiiri bu bâki olan, eskimeyecek, bitmeyecek olan bu sonsuz aşkın şiiridir.
Yard. Doç. Dr. Mehmet Samsakçı