29 Ekim 2024 Salı
Kavramın temel anlamını TDK sözlüğü şöyle vermektedir: “Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar: anane.” Çeşitli sözlükler bu kelimeye “sözlü nakille geçen şeyler” ya da “Gerçek ya da hayalî bir geçmişle olan sürekliliğin önemini ima ederken, belirli eylem normlarını kutsayan ve öğreten pratik veya uygulamalar bütünü. Bir topluluğun, mevcut toplumsal yapısını ve değer sistemini çok büyük sarsıntılar yaşamadan koruyup devam ettirmek amacıyla, kendinden önceki kuşaklardan devraldığı, belirli bir dönüşüme uğratarak sonraki nesillere aktardığı, başta inançlar, düşünüşler ve kurumlar olmak üzere, her türlü sosyal pratik” gibi, siyasî, felsefî, edebî ve tarihî duruş ve donanımlara göre farklılaşan tanımlar da yapmışlardır. Kelime, Osmanlı Türkçesinde “an’ane” olarak yer alıyordu ve “rivayet, gelenek”e karşılık geliyordu. “Gelenek”in fiil soylu bir kelime olması ister istemez köke bir bakmayı ve kök gövde bağlantısı olup olmadığını araştırmayı gerekli kılmaktadır. “Gel-“ fiili her şeyden evvel bir tarihî geçmişi, maziden şimdiye sızmayı, dünden bugüne bir şekilde taşınmayı, muhafaza edişi ihsas ettirmektedir. Türkçedeki “gelenek-görenek” ikilemesinin bir parçası olarak da karşımıza çıkan söz konusu “gelenek”; “görenek”le; yani görülen şeylerle birlikte anlamını ve önemini artırmaktadır. Zira değer yargıları gelenekler etrafında oluşan, üzerinde birleşilen değerlerin, kutsiyeti, doğruluğu, yerindeliği tartışılmayan inançların eksen olduğu toplumlarda daha önce görülen şeyler çok önemlidir. “Görülmüş şey değil”, “ömrümde böyle şey görmedim” ve bunun gibi “gör-” fiili üzerine oturan çıkışlar aslında mühim bir algılayış tarzını vermektedir. “Asır-dide” terkibi, insan veya mekânlar için bir övünme vesilesidir. “Güngörmüş” hatta “asır görmüş” olmak bu anlamda çok şey görmüş-geçirmişliği, dolayısıyla kendiliğinden bir itibarı veya meziyeti getirmektedir. Bir başka cihetten, hâlâ kullanmaya devam ettiğimiz “nâ-dide” kelimesi görmektense “görülmemenin” sağladığı bir ayrıcalığı ifade eder. “Gelenek-görenek” ikilemesini oluşturan ve kullanan bir toplum meziyeti, itibarı, tecrübeyi görmekte ararken, aynı toplum bir dekoratif ev eşyasının, bir resim tablosunun ya da başka çeşitten bir nesnenin değerini “görülmemek”e dayandırmaktadır. Biraz zorlama ile de olsa gelenek ve görenek, gelen ve görülen şeyler geleneksel toplumlar için mühim birleşme noktalarıdır. Hâsılı gelenek, herhangi bir toplum veya aynı din mensupları [zira dinî kabullerin, inançların da kendilerine has gelenekleri söz konusudur. İslamî gelenek, Hıristiyanî gelenek tabirleri bizim için yadırgatıcı değildir] için kadim zamandan beri nesiller tarafından görülerek, tecrübe edilerek, doğruluğu ve güzelliği kabullenilerek eskiden bugüne taşınan her türlü bilgi ve inanç sistemidir.
Kelimenin hem anlamı, hem de olumluluğu inançlara, siyasî ve felsefî duruşlara, bu mesele etrafında çok düşünen ve yazanların kullandığı bir ibareyle “yaşama biçimi” [style of life]ne göre farklılaşmakta, değişmektedir. Belirli bir dinin inananı, bir milletin mensubu, özellikle o millete ait olmaktan, o milleti besleyen damarlardan beslenmekten gurur duyan kişi veya bir siyasî oluşumun, meselâ bir partinin üyesi olmaktan gurur duyan bir insan için üzerinde düşündüğümüz kelime ya da kavram çok olumlu manalar taşımaktadır. Bu üç örnekten yola çıkarak “bizim dinî geleneklerimiz, millî geleneklerimiz veya bizim partimizin gelenekleri” şeklindeki gurur duygusu çağrıştıran kullanımlar oldukça iyimser anlamlar taşımaktadır. Zaten kelime bizde genel olarak olumludur. Bir şiir gecesini sadece ikinci defa tertipleyen bir grubun bu ikinci senenin afişini “Geleneksel… Şiir Akşamları” şeklinde hazırlatması toplumun eskiden beri olagelene olan saygısını, bağlılığını oldukça net bir şekilde gösteren sembolik bir hadisedir. Helvacı-pastacı dükkânlarında, lokantalarda, beyaz eşya satıcılarının vitrinlerinde göze çarpan “….’den beri” [Batı ülkelerindeki “since …” tabirinin bir yansıması olarak] ibareleri de eskiliği, dayanıklılığı, yıllara meydan okumayı, bugüne kadar “gel”ebilmeyi, bu yolla “artık gelenekselleşme”yi ifade eder.
Gelenek kelimesinin pejoratif anlamlarıysa, yukarıdaki örneklerin ve daha sayamadıklarımızın yanında oldukça azınlıktadır. Bu olumsuz algılama ve kullanım, modern dünya değerlerinin, ser-firûz olmanın, yegâneliğin, biricikliğin geçer akçe olduğu bir kabullenişin ürünüdür. Gelenek kelimesi, oldukça modern anlayış ve duruşla hazırlanmış bir resim sergisini gezen modern sanatseverin, bayağı bulduğu bir resim karşısında kurduğu “Ne kadar kalıp, ne kadar geleneksel bir söylem” şeklindeki cümlesinde kolaylıkla geçebilir. Artık bu vokabülerde kelime, donmuşluğun, kalıplaşmanın, üzerinde düşünmeye gerek görmeyişin ifadesi olmuştur. Hemen belirtmeli ki gelenek sözünün bu olumsuz anlamı, ya da kelime-kavramın olumsuz durumlar için kullanılması, modern, ilerici, yenilik âşığı kimse ya da kesimlerin inhisarında değildir. Oldukça inançlı, muhafazakâr ya da – yukarıdaki üçlü örneklemeye devam edersek – koyu partici bir kişi de içinde bulunduğu grubun geleneklerine isyan edebilir. Dinî sistemin esas kaynaklarında olmayıp da sonradan bu dinin müntesiplerince ikāme edilen ve hiç çekinmeksizin, sadece yıllardan beri, öteden beri geldiği için yaşanılmaya devam eden uygulamalar, bu dinin herhangi bir mensubu tarafından “asılsız, köksüz, hatta bâtıl” gelenekler olarak tavsif edilebilir ki, bu tür bir kullanım, üzerinde durduğumuz “gelenek” sözünün ikili kullanımına, oynaklığına, nereden bakılırsa o kadar renk veren; nerede durulursa o kadar değişen yapısına iyi bir örnek olur.
Modern’e Göre ve Modern Karşısında Gelenek
René Guénon moderni “Gelenek düşmanı hareket” olarak kullanmaktan çekinmez. Modern kelimesinden türeyen modernleşme ise “analitik yaklaşıma göre toplumun evrensel bir değişme süreci, bu süreçlerin bütünü”; tarihselci yaklaşıma göre “Avrupa’da Rönesans ve Reform sonrası sekülerleşme ve kapitalizmin doğuşu”; bir başka yaklaşıma göreyse “gelişmekte olan ülkelerin liderleri ve elit kesimince belirli açılardan daha gelişmiş kabul edilen toplumlar doğrultusunda bir toplumu değiştirmek için bilinçli uygulanan bir dizi plan ve politikalar bütünü”dür.
Geleneksel-modern arasındaki bazı benzerliklerden sarfınazar [zira post-modernler, gelenekselle moderni “kaynağı tek olma” noktasında birbirine yaklaştırırlar. Bu şudur: Gelenek nasıl asıl dayanak noktasını dinden, dogmadan, nass’dan, daha önceden gelenden alıyorsa, modern de aynı şeyi bizzat insandan, özneden, almaktadır. Mustafa Armağan buna “öznenin mutlak referans” olarak alınması diyor. Burada önemli olan referansın, dayanağın tekliğidir] birçok kuramcı ya da bu mesele etrafında kafa yoran birçok yazarın birleştiği bir noktayı hatırlamakta fayda vardır: Ortaçağ insanı, geleneksel insan, kendisini, kendi ben’ini, kendisinden kaynaklanan bir değer olarak görmez, eskiden beri süregelen inançlar, ritüeller, semboller dünyası içinde kendisini içinde bulunduğu dinî sistem ya da cemaat içinde eritirken, modern asrın insanı varlığını kendi başına “düşünme”yle ispatlayan, bireysel bir faaliyet olarak düşünmeyi var oluşun merkezine oturtan, “akıl” mihverli bir kişiliktir. Aklı ve düşünme yeteneği oldukça bu insan “cogito ergo sum”a göre varlığını ispat ve muhafaza edecektir.
Metot Üzerine Konuşma isimli kitabında samimiyetle kullandığı ifadelere, en önemlisi metoduna bakılırsa Descartes’in, işin başında, kendisine kadar gelen bütün yerleşik fikir ve inançları terk ettiği, kendisine yeni bir düşünce ve inanç sistemi kurmadan evvel zihnini tamamen sıfırladığı, formatladığı görülür. Geleneksel bir toplumun üyesi, kendisini cemaatinden ayırdığı an, sudan çıkmış balığa döner, zaten bu tür bir ayrışmayı kendisi istemez, kendisi istese bile hemen o an toplumun zemmine, ta’nına maruz kalır.
Bir uzviyetin, birbirine çok eskiden oluşmuş, kutsiyeti ve doğruluğu tartışılmayan değerleriyle bağlı olan insanla, kendi değerini, hatta varlığını kendi ölçüleriyle ispatlayan, müteferrit insan arasındaki fark gelenekselle modernin arasındaki farktır.
İki Dünyanın Güzeli ve Edebiyatı
İşte kolektif bir bilinç ve duruşla, aynı ya da benzer inançların getirdiği bir zihin seviyesi ve estetikle oluşan güzel tanımları ve bu tür kolektif bir güzellik anlayışı, geleneksel dünyanın en bariz, en tipik özelliğidir. Kendi içinde çok küçük, kaideyi asla değiştirmeyecek salınımlar, bazı münferit dalgalanmalara rastlansa da klâsik şiirimiz bu anlamda gelenekseldir ve tam manasıyla bir gelenek şiiridir. “Bikr-i ma’nâ” denilen durum o kadar azdır ki… Aksi takdirde, yüzlerce yıl hükmünü yürütmüş olan bir şiir geleneği içinde yeni mazmunlar oluşturma; şiire veya mazmuna kişisel bir tasarrufta bulunma, şahsiyetten bir şey katma anlamını taşıyan bu terkip, herhangi bir terkip, az rastlanan durum olarak kalmazdı. (Fuzuli’nin Farsça Divan Mukaddimesi hatırlanmalıdır.)
Gelenek kelimesinin millî olması yanında uluslar arası bir tarafı olduğuna yukarıda değinilmişti.
Divan şiiri dediğimiz klâsik-geleneksel şiirimiz büyük bir Fars ve küçük bir Arap şiiri etkisiyle filizlenmiş fakat sonradan; hem manaya hem vezin-kafiye gibi tekniğe ait özelliklerle yerlileşmiş bir şiir geleneğidir. Divan şiirinde, Şehname kahramanlarına, meselâ adalet takıyla meşhur Nuşiveran, avcılığıyla meşhur Behram, şarabı keşf veya icat eden Cem gibi isimlere rastlanırken, ta Cahiliye devri Arap şiirinden, hatta Hindistan’dan esintiler bulmak mümkündür. Bir kere bir şairin en büyük endişesi olan “ses”i idare eden, kendiliğinden ahenk getiren âlet ortaktır: Aruz. Ve nihayet Türk kültürü kabul ettiği dinle birlikte, bu dinin kelimelerini de almış, sonuçta ortak bir vokabüler, estetik, dolayısıyla semboller dünyası oluşmuştur. Bununla birlikte yüzyıllar içerisinden gelen ve her asırda varlığını devam ettirmiş bir tasavvuf geleneğiyle, Tek Varlık-Tek Hakikat anlayışı çerçevesinde, ortaçağ şairi her fırsatta benliğini ilga, hatta reddetmiştir.
Gazel ve kasidelerde rastladığımız “fahriye” bölümlerini [Nef’î’nin “Sözüm” redifli kasidesi hatırlanırsa bazen bu şiir geleneğinde bütün şiir cevherinin kendisinde olduğunu iddia edecek kadar kendisini öven şairlere de rastlamak mümkündür] de unutmayarak diyebiliriz ki, bir gazel ya da kasidenin mahlas beytini görmeden o şiirin sahibini bulmak, en azından bu şiirin uzmanı olmayanlar için imkânsızdır. Burada büyük bir üslûp problemi veya problemsizliği vardır. Zira tasavvufî ekol içinden süzülen bir Doğu-İslam sanatkârı, kendisi olmaktan, esere bizzat şahsını katmaktan ziyade kendisine kadar gelmiş olanı koruma ve devam ettirme endişesindedir. Eğer, şahsî olacaksa bile ortak ve kolektif sanat alanının içinde olmaya bakar. Benzetme yönleri yüzyıllardır değişmeyen mazmun klişeleri içinde orijinal olabilmekse ayrı bir ustalığı gerektirir. Eser yazdığı, daha doğrusu bir eseri kaleme alma cüreti gösterdiği için eserinin başında özür dileyen şair, modern yazar veya şairden ne kadar ayrıdır.
Modern zaman sanatçısıysa kendisi olduğu kadar, kendisi kalabildiği, kendi estetiğini hatta dilini oluşturduğu kadar başarılıdır. Modernizmin en belirgin görünümlerinden birisi, birey ve bireyciliktir. İlk örnekleri çok eskiye gitmekle birlikte oldukça modern bir tür olan roman bu noktada bize çok yardımcı. Roman, kendisi olarak ve kalarak dünyaya birtakım teklifleri veya tarizleri olan insanın türüdür. Bu yazar için de okur için de geçerlidir. Bu türün merkezinde yazarken de okurken de kendi başına bir değer olan “insan” gerçeği yer almaktadır. Nitekim Tanpınar, romanın Doğu toplumlarındaki ademiyetinden bahsederken “Allah karşısında bırakın ferin hürriyetini, mevcudiyetini dahi kabul etmeyen bir toplumda romanın oluşması ve gelişmesi imkânsızdı.” şeklinde bir cümle kurmuştur.
Gelenek ortak bir hayatın, ortak estetiğin, ortak vokabülerin ifadesi, modern ise bireyin, bireyin ıstırabının, nihayet üzerinde birleşecek fikir ve inanç sisteminden mahrum hazin insanlığın macerasıdır.