Serâpâ bir edep yolu ve İslâm’ın bâtınî ve estetik bir yorumu olan tasavvuf, uzun asırlar boyunca edebiyat başta olmak üzere klâsik sanatlarımızın hemen hepsine ilham kaynağı olan; hatta bazı sanatların gelişip incelmesinde doğrudan tesiri bulunan manevî bir iklim olarak kendisini gösterir. Mevlevîhaneler başta olmak üzere pek çok dergâhta musikişinaslar, hattatlar ve şairler yetişmiş, yetiştirilmiştir. Hakikatte İslâm şeriatından başka ya da öte bir sistem olmayan veya öyleymiş gibi düşünülmemesi gereken tasavvuf, dar ufukların, sığ veya düz görüşlerin zaman zaman tenkidine uğramış da olsa her çağa seslenen, her devri dolduran, her ruhu doyuran engin bir tefekkür sahasıdır. Bu yolun büyükleri, daima özü, mânâyı ve öteyi işaret ve ilham eden, insanı kendi ruhuyla, nefsiyle yüzleştiren tasavvufu, hazmı güç fakat hazzı ebedî bir “rıza lokması” olarak nitelemişlerdir. Asıl konusu, bütün realitesi, trajedisi ve boyutlarıyla insan ve onun teşkil ettiği toplum olan edebiyatın, daha geniş plânda sanatın böylesine bir kaynağı görmemesi, işlememesi ya da kullanmaması imkânsızdır. Nitekim klâsik şiirimiz ve onun estetiğini, rengini benimseyen eski nesir, tasavvufî duyuş ve duruş tarzının doğrudan tesiri altındadır.
Mecazî ve ilâhî aşkın asırlarca işlendiği bu edebiyat geleneğinin idraki ancak tasavvufî literatür ekseninde bir yorumlayışla mümkün olabilir. Tekrara düşmek pahasına söyleyelim ki bütün düğümlerin çözüldüğü ya da bütün yolların çıktığı yer olarak ilâhî / hakikî aşk’ı gösteren tasavvuf, tam da bu zenginlik ve inceliğiyle sanatlarımızı asırlarca şekillendirdi, renklendirdi ve inceltti. Şiire çok ince, derinlikli, önemli konular ve problemler bahşetti. Fakat topraklarımızda Batılı rüzgârlar esmeye, Türk aydını kendi ülkesine ve insanlarına Avrupa’dan aldığı gözlüklerle bakmaya başladığından beridir, “biz”e ait bir inanç ve yaşama üslûbu olan bu manevî iklim, sanatlarımıza, özellikle trajedinin, trajik ruhların, zihinlerin, toplumların gelip dayandığı yer alan romana çarpıtılmış bir motif ve süs olarak girmeye başladı. Oryantalist bakış tarzı ve tutumla yazılan pek çok roman, tasavvufu, özellikle de Hz. Mevlânâ’yı, İslâm şeriatından ve onun kaynaklarından uzaklaştırarak (daha doğrusu uzakmış gibi anlatarak) güya Batı’ya ve içerideki Batıcı kitleye daha sevimli, daha sıcak, daha şeffaf bir İslâm manzarası sundu.[1] Gerçekten, günümüze gelinceye kadar Hz. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ve diğer tasavvufî şahsiyetler pek çok kereler roman kahramanı olarak karşımıza çıkarıldılar. Fakat eserlerine eksen olarak bu şahsiyetlerin aşklarını veya hayatlarını seçen pek az romancı, sanatın ezelî kaidesi olan “tabiata uygunluk”u gözetti.
Türk edebiyatındaki tasavvuf modasına (bu modanın Türkiye’nin sosyo-politik konjonktürüyle çok ilgili olduğunu düşünüyoruz) kapılan günümüz romancıları ise hiçbir okuma, hazırlanma ve araştırma gereği duymadan, birtakım Batılı yazar ve şairlerin zihinlerinde oluşturdukları imajlarla tasavvufî karakterler oluşturmaya çalışmakta ve bu karakterleri bugünün kelimeleriyle konuşturmakta da bir beis görmemektedir. Böylece “Yaşadığım devre göre sıradışı özelliklerim, sözlerimle karşımdakini şok edici kişilik yapım, zamanın geçeri tabularına ve geleneklerine başkaldırışım çevremdeki insanların kimi zaman tepkisine kimi zaman da ilgisine sebep olmuştur” şeklinde konuşturulan ve Celâleddin-i Rûmî’ye “Mevlânâ’m” diye seslenen bir Şems-i Tebrîzî karşımıza
[1] Türk romanında Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlikle ilgili pek çok çalışma vardır. Biz ilgili okuyucuyu bu literatüre yönlendirerek sadece Sinekli Bakkal’ın Mevlevî Vehbi Dede’sinin “Aşk bes, bâki heves” diyerek “Allah bes, bâki heves” diyen klâsik kültüre ne kadar uzak, ne kadar yabancı kaldığını hatırlamakla yetinelim.
çıkarılmakta ve maalesef “süper kampanya paketi sayesinde %30 indirimle” satılan bir kitabın başkahramanı olabilmektedir. Yazı faaliyetini günün ve moda takipçisi tüketici kalabalığın emrine veren bir başka yazarın ise “aşk” gibi riskli ve nâzik bir alanı anlatma gayreti gösterdiği eserinde, Hz. Mevlânâ’yla konuşan bir kahramana “Pardon ama sizin gibi bir yüce zatın burada ne işi var?” dedirtmesi bu traji-komik durum için diğer bir örnektir.
Kolaylıkla çoğaltılabilecek ve gerçek edebiyata olan uzaklığımızı daha iyi gösterecek bu örnekleri vermekle, bugünün yazarlarının saf ve hâlis bir tasavvuf diliyle konuşmaları, ya da karakterlerini bu şekilde konuşturmaları gerektiğini söylemek istemiyoruz. Elbette bugünün okuyucusu bugüne ait bir dille yazılmış eserleri okuyacaktır fakat tasavvufî şahsiyeti bir roman kahramanı olarak alan ve tercih eden bir yazarın tasavvuf lügatine âşina olması, karakterleri kendi tabiat, meslek ya da meşreplerine göre çizip konuşturması, okuyucudaki realite duygusunun zedelenmemesi için asgarî bir zarurettir. Okuyucu sanatkârdan, duygu ve fikirlere, olaylara, devirlere veya şahsiyetlere ait yeni yorumlar, bakış açıları veya tavırlar bekler. Yazarın herhangi bir devir veya şahsiyete ait özgün yorumları tabiî ki olacaktır, olmalıdır fakat “tutarlılık”ı kaybetmemek şartıyla.
Şunu da hatırlayalım ki roman, okuyucusunda bir gerginlik ve huzursuzluk yaratmak ister. Zira bu edebî tür, tatminsiz bir zihnin, zihniyetin veya ruhun ürünüdür.[2] Hâlbuki tam tersine, gerginliği ve tedirginliği yok etmeye çalışan tasavvuf, bulanmayı değil durulmayı ifade eder; tatminsizliği değil kanaati öne çıkarır. Meseleye buradan bakınca tasavvufî roman yazmanın ya da başkahramanı mutasavvıf olan bir romanı inşa etmenin zorluğu daha iyi görülecektir. Zira bir roman kahramanı kendisiyle, ailesiyle, çevresiyle veya Yaratıcısıyla problemi olan, bunlara yabancılaşan, huzursuz, rahatsız ve kararsız bir tiptir. Derviş ise bunun tam zıttındadır. O nefsini, dolayısıyla Rabbini bilir; yetmiş iki millete hoşça bakar, kanaatkâr ve mütevekkildir; sebeplere takılmaz “Müsebbib”i arar. O, roman kahramanı gibi mağdur veya mazlum olduğunu iddia etmez, O râzı’dır ve râzı olan da dünyevî hesapların, çatışmaların üstünde, ötesinde ve dışında kalmayı başarır. Öyleyse bir yazarın, tasavvufî bir şahsiyeti roman kahramanı hâline getirebilmesi için çok önemli hadleri zorlaması gerekmektedir.
Elbette tarih, tasavvuf ya da herhangi başka bir disiplin kimsenin inhisarında değildir ve herkes gibi sanatkârın da bu alanları seçip eserine mevzu yapması kadar tabiî bir şey yoktur. Fakat bu alanlar romancıya hazır kurgu verirken onu birtakım sınırların içine sokar. Bir romancının değeri de böyle iklimleri ve bu iklimlerin insanlarını gerçek hayattakine tam bir sadakatle anlatmasında değil, bilâkis onlara sanatın kanunları veya vazgeçilmezleri çerçevesinde yeni hayatlar, yeni vücutlar, yeni kelimeler bahşedebilmesinde tecelli eder. Sanatkâr, tabiattan, tarihten veya başka bir kaynaktan malzemeyi, hayatın objektif realitesini alır ve ona sübjektif, orijinal ve yeni bir yorum getirir, getirmelidir. Bize, o kişi, o devir, o duygu hakkında yeni pencereler, yeni ufuklar açmalıdır fakat dilde, yorumda, tasarrufta “eşyanın tabiatına” uymak kaydıyla.
Modaya uyularak da olsa tarih ve tasavvufun roman veya filmlerin mevzuu olması bir açıdan sevindirici olabilir çünkü yanlış veya eksikleriyle beraber, bir eser dolayısıyla başlayan bir ilgi giderek entelektüel bir okuma, araştırma sürecine dönüşebilir. Bu ümidin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini zaman gösterecektir fakat hayatın hızlı aktığı, her gün yeni bir “yenilik”in üretilip sunulduğu modern dünyada bu ilginin böyle bir gayrete dönüşebileceğini ummak için biraz fazla iyimser olmak
[1] “Romanın ruhu karmaşıklıkların ruhudur. Her roman, okuyucusuna şöyle der: “Durumlar senin düşündüğünden karışık.” Milan Kundera, Roman Sanatı, (Çev: Aysel Bora), Can Yay., İstanbul 2002, s. 31.
gerekmektedir. Zira modern dünyanın insanının bir kez okuduktan sonra bir daha bu metinlere dönme şansı, fırsatı olmayabilir. Çünkü onun, derinlemesine araştırmak ve tahkikî bilgi sahibi olmak için zamanı yoktur. Öyleyse yazmanın, en az yaşamak kadar büyük bir mazhariyet ama aynı zamanda bir mesuliyet olduğu unutulmamalıdır.
Yard. Doç. Dr. Mehmet Samsakçı
TÜRKÇE ŞİRKET KAYIT FORMLARI WEB SAYFADA
ANITKABİR VE DOLMABAHÇE’DE HÜZÜN: 7’DEN 70’E HERKES ATA’SINA KOŞTU
TİKA’DAN BOSNA HERSEK’TEKİ SAĞLIK SİSTEMİNE DESTEK
TÜRKİYE DIŞİŞLERİ BAKANI HAKAN FİDAN YUNANİSTAN’DA
SOFYA’DA ULUSLARARASI ETNOGRAFİK FİLM FESTİVALİ DÜZENLENECEK
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.