Yazının başlığı “Rumeli Türkleri ve Yahya Kemal” olmakla beraber konuyu “Rumeli Türklüğü ve Yahya Kemal” başlığı altında açıp burada Rumeli Türklüğünü, Türklerin Rumeli’deki varlığını Yahya Kemal’in zaviyesinden ele almaya çalışacağız. Zira yeri gelince belirtileceği gibi Yahya Kemal’de bir Rumeli Türk’ü portresi vardır fakat bununla beraber şair-mütefekkirin Türk milletinin Rumeli topraklarındaki macerası hakkında bugün bizim için çok aydınlatıcı, ufuk açıcı dikkatleri söz konusudur. Onun bu önemli dikkat, tespit ve görüşlerinin temelinde elbette şairin Rumeli’nin en Türk ve Müslüman beldelerinden birisinde, Üsküp’te doğmuş olmasının payı vardır fakat Yahya Kemal’de Rumeli Türklüğünün bu kadar büyük ve önemli oranda yer alması Rumeli topraklarının Türk siyaset ve medeniyet tarihindeki büyük ve şerefli yeridir.
Bilinir ki Yahya Kemal için asıl Türk tarihi, 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu ve Rumeli’deki fetih, iskân ve medeniyet hamleleri ile başlar. Ona göre Malazgirt öncesi mazimiz “kable’t-tarih”tir.[i] Bu millî tarih öncesi dönem elbette bilinmeli ve araştırmalarıdır fakat Türk milletinin dünyaya sunduğu ve en güzel örneğini verdiği medenî seviye 1071’den sonraki gelişmelerle elde edilmiştir. Bununla beraber Yahya Kemal, bir mucize ve hatta zorunluluk olarak ele aldığı “İstanbul’un fethi” bahsinde çok eski zamanlardan bu yana Türklerin yerleştiği Rumeli’yi hatırlamadan, onu hesaba katmadan edemez.
İstanbul’un fethi, topraklarının bir kısmı Anadolu’da, bir kısmı Rumeli’de olan Osmanlı Devleti için artık kaçınılmaz bir gaye veya hedeftir. “Türk İstanbul” isimli konferansında Türklerin Anadolu’yu fetih ve yurt edinmelerini etraflı bir şekilde ele alan Yahya Kemal, Rumeli’deki Türk varlığını, Osmanlı fetihlerinden daha eski zamanlara kadar götürür ve pek dikkat edilmeyen bir vakıaya değinir ki bu vakıa Osmanlı’nın Balkanlar’daki hızlı ve emin yürüyüşünün arkasında bir milletin bir anlamda tarihiyle, o milletin mensuplarının da sanki kardeşleriyle olan buluşmasıdır:
“Timur badiresi esnasında Anadolu’daki arazisini muvakkaten kaybeden Osmanlı Türklerinin Rumeli’de sıkı tutunmaları tarihin dikkate değer bir hâdisesidir. Gerçi Timur, bir karış yakınına geldiği hâlde nasıl Trabzon’u almamışsa o kadar yanına geldiği hâlde Bizans’ı da Rum sahiplerinin elinden almaya teşebbüs etmemiştir. Fakat Osmanlı Türklerinin Rumeli’deki sağlam tutunuşlarını Timur’un saldırma şevkinin azalmasında aramak kâfi değildir. Bunun çok mühim bir sebebi, Türklüğün Rumeli’de hayli eski bir zamandan beri yerleşmiş olmasıdır. Osmanlıların Rumeli’yi fethedişlerindeki mucizevî sür’atin de bir sebebi budur. Malazgirt’te Alp Arslan tarafına geçen Peçeneklerle Kumanlar gibi, Osmanlıların Rumeli’ye geçişleri esnasında Trakya’da bulunan Türkler de kendi ırklarından bu kuvvete karşı mukavemet etmemiş, aksine, yardımda bulunmuşlardır.
Trakya ve Balkanlar’da bu tarihte yine Peçenekler, Oğuzlar, Kumanlar ve Vardar Türkleri bulunuyordu.”
………………
Süleyman Paşa Rumeli’ye geçtiği ve Murâd-ı Hudâvendigâr burada ilerlediği zaman işte bu Türk kavimlerle karşılaşmışlardı. Bizim Çubukova’da mağlûp olmamıza rağmen Rumeli’de kalışımızın mühim bir sebebi budur. Çünkü bir kıt’ada askerle değil, milletle durulur. Bizim Rumeli’de duruşumuz, burada kendi milletimizin bulunmasındandır.”[ii]
Türk tarihini yorumlayış bakımından çok önemli olan bu dikkatin bizim için çarpıcı olan bir diğer tarafı da şairimizin, toprakta kalmayı, ona sahip olmayı sadece askerî kuvvete değil, insan ve millet varlığına bağlamasıdır. Bu da göstermektedir ki Yahya Kemal’e göre Türkler Rumeli’yi ilk zamanlardan bu yana vatan olarak görmüşler, vatan olarak sevmiş ve imar etmişlerdir. Bu imarın sadece maddî değil, aynı zamanda manevî bir imar faaliyeti olduğunu eklemek gerekmektedir zira Balkanlardaki Türk eserlerine bakıldığında yollar, hanlar, kaleler, köprüler kadar camiler, medreseler ve dergâhların da karşımıza çıkması bundandır. Bunlar da kul ile yaratıcının arasındaki manevî yol ve köprüler olsa gerektir. Hep biliyoruz ki “fetih” kelimesinin siyasî ve askerî mânâsı bir yeri elde etmek ise de, kelime anlamıyla fetih, “açmak” demektir. Bunu “açma”yı gönülleri, ufukları, hakikati görmeyi engelleyen perdeleri açmak olarak almak, algılamak da mümkündür.
Rumeli ve Rumeli Türkleri’nin Yahya Kemal için ifade ettiği mânâ nedir? Bu sorunun cevabını onun şiirlerinde, nesirlerinde ve hatıralarında bulmak mümkündür. Yahya Kemal bir taraftan şair kimliğiyle Balkan şehirlerinde geçirdiği çocukluğunu ve Rakofça kırlarının hür havasını hatırlar, akıncı cedlerinin ihtiraslarını duyarken bir taraftan da tüm bu hatıraları bir millete, o milletin bütün fertlerine teşmil etmesini bilir. Yahya Kemal, şahsî rüyasını ve ıstırabını millîleştirmeyi başaran bir insandır. Tanpınar’ın tabiriyle O, bütün milletin macerasını şahsî masalı olarak yaşamak ister ve tersten bir bakışla denilebilir ki Yahya Kemal’in çocukluğunda duyduğu acılar, hasretler, maddî-manevî bozgunlar aynı zamanda Devletimizin ve o yıllarda milletimizin hissettiği şeylerdir. Yahya Kemal, kendi şahsını, kolektif şahsiyetle, kendi ruhunu kolektif ruhla mezcetmiştir. Onun içindir ki
Duydumsa da zevk almadım İslâv kederinden
diyerek acı çekerken bile millî kalmayı, millî olmayı istediğini ihsas ettirir.
Şunu demek istiyoruz ki Yahya Kemal’in Rumeli’si sadece tek bir kişinin, orada doğmuş herhangi bir şair veya aydının Rumeli’si değildir; geniş bir araştırmanın konusu olacak bir tarih ve medeniyeti telâkkisidir. Bu yüzden biz başlığımıza sadık kalarak şairimizin zihnindeki ve ruhundaki Rumeli Türk’üne dönelim. Bu Rumeli Türk’ünün portresi ise şairin hatıralarında adlarını, şahsiyetlerini zikrettiği, nihayet kendi çocukluğu ve ruhundaki yerlerini anlattığı kişilerde saklıdır. Bu kişilerden en önemlileri annesinin dadısı Fatma Hanım (Nana), dadısının kocası olan lalası Ali Zaim, evin hizmetlilerinden Deli Ahmed, Uşak Hüseyin ve dadısı Zeynep’tir. Bu kişileri Yahya Kemal, yalnız çocukluğunun renkli figürleri olarak değil, aynı zamanda Rumeli Türklüğünün birer örnekleri olarak almakta, anlatmaktadır.
Hatıralarda Fatma Hanım portesi şöyle çizilir:
“Sevgiden, vefadan merhametten iyilikten yaratılmış ilâhî bir mahlûktu. Son derece huysuz olan büyük validemin muhitinde yüksek insanlığın emsalsiz bir numunesi olarak yaşıyordu. Sinirlenmek, darılmak, kin taşımak ne olduğunu bilmezdi. Ömründe kimseye bir defa dürüşt bir söz söylememişti………….
Yeryüzünde onu tanımasaydım insanlık hakkında bedbin bir fikir taşıyarak hayattan geçecektim…… Nanamı tanımasaydım Ernest Renan’ın naklettiği Hazret-i İsa’yı ve Balzac’ın tasvir ettiği Baba Gorio’yu iyi anlamazdım. Tabiatın hangi nadir madeninden yaratılmıştı? Bunu bütün hayatımda düşüneceğim.”[iii]
Bu dadının eşi olan lala ise, vakur, ağır, heybetli Rumeli Türkünün bir timsali Ali Zaîm’dir:
“Nanamın kocası Ali Zaim, ikiyüz sene evvelki konaklarda selâmlığa ve hareme hükmeden kâhyalardan biriydi. Hâl ve şânı tıpkı onlar gibiydi. Vakurdu. Yüksek bir izzet-i nefis sahibiydi. İliklerine kadar sâdıktı. Herkesin nazarında muhteremdi. Kıyafetçe heybetli idi. İyi işlenmiş, mavi çakşır ve mavi cepken giyerdi. Geniş, lâhur kuşak sarınırdı. Boynundan asılmış gümüş bir köstek taşırdı….” (a.g.e., s. 11-12.)
Bir diğer portre, şairimizi Vardar Nehri’nde boğulmaktan kurtaran Deli Ahmed:
“Deli Ahmed, iriyarı, uzun boylu, sarışın bir Türktü. Tuna ve Morava boylarından muhaceretin hızı ile Vardar boylarına dökülmüş fütühat bakiyesinden bir adamdı. Bir muhacirdi. Cüssesi, yürüyüşü, çatılmış kaşları, çenesinden aşağı sarkan munis ve sarı bıyıkları, gözlerimi örten kaşları, açık göğsü, kabadayı tavrı, gür sesi, hasılı her farikası eski Osmanlı devrinden olduğunu hatırlatırdı. Cedlerimizin “deli” lâkabını kimlere verdiklerini onun şahsında tanımıştı. Deli Ahmed zeki ve hoş bir adamdı, yalnız rind ve derya-dildi. Yüksek sesle ve hiddetli gibi görüşürdü. Bunun için sevimli telâkki edilirdi.
………
Deli Ahmed benim gözümle gördüğüm son yeniçeri idi.” (a.g.e., s. 14-16)
Yahya Kemal’in hatıralarında daha geniş ve nostaljiyle çizilen bu portreler, şairimizin çocukluğunun yarı gerçek, yarı masalsı kahramanlarıdır ki insanlar konusunda yaşı ilerledikçe ve tecrübesi arttıkça kötümser olan Yahya Kemal’e insanlık konusunda sıcak hisler duyuracaklardır.
Rumeli ve Üsküp’ün Yahya Kemal’in şahsiyetindeki yeri nedir?
Hocam Prof. Dr. Kâzım Yetiş’e göre şairin his, fikir ve zevkini üç ana unsur teşkil eder: Bunlar mümin ve mutekit anne Nakiye Hanım, Türk ve Müslüman Üsküp ve bir ilim ve sanat merkezi olan ve bütün büyüsüyle Yahya Kemal’de derin izler bırakan Paris’tir. Bunlardan ilk ikisi üzerinde – konumuzla alâkası bakımından – kısaca durmak isterim.
Şairin ilk terbiyesi annesinden gelir. Çok hisli, imanlı, hassas bir kadın olan Nakiye Hanım’dan şair, dini, milliyeti, vefayı, muhabbeti öğrenmiştir. Oğluna “Dünyada yalnız iki kişiyi sev, Peygamber Efendimiz’i, bir de Sultan Murad’ı” diyen, yine Hocam’a göre farkında olarak veya olmayarak oğluna birbirinden ayrılamayacak iki mefhumu (din ve devlet) tanıtan ve sevdiren bir Türk annesidir o. Yahya Kemal Kur’an-ı Kerim ve Muhammediye’yi ilk defa annesinden dinlemiş, Ramazan akşamları ölülere Yasin-i Şerif okuma alışkanlığını yine ondan edinmiştir.
Şairin yıllar sonra “Kaybolan Şehir” başlıklı şiiriyle hatırlayacağı, taçlandıracağı Üsküp’se dergâhları, camileri, türbeleri, ezan sesleri (ki şairi Paris’te en yabancı ve Türk’e uzak ideolojilerden koruyacaktır), asırların zevk, şecaat ve terbiye imbiğinden süzülmüş bir beldedir. Nihad Sami Banarlı’ya anlattığı hatıralarında şair, şehir için şunları söylüyor:
“O yaşlarımda ben, Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Minarelerde ezan başladığı zaman evimizde ruhânî bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp’ün sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri bir mabed sükûnu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin dudakları İsm-i Celâl’le kımıldardı. 1300 sene evvel Hazret-i Muhammed’in Bilâl-i Habeşî’den dinlediği ezan, asırlarca sonra bizim semamızda hem dinî hem millî bir musiki olmuştu. O anda semamızın mağfiret âleminden gelen ledünnî bir sesle olduğunu hissederdim.
Lâkin bu sesler beni bütün ömrümce bırakmış değildir.
………………..
“Ben ailece Üsküp’lü değilim, Niş’liyim. Fakat Üsküp’te doğduğum için iftihar ederim. Çünkü Üsküp, Rumeli’de Türklüğün tekâsüf ettiği yerdir. O kadar Türk’tür ki her taşında milliyetimizin ruhu şekillenir.”[iv]
Bir başka yerde ise Üsküp’ü şu satırlarla hatırlar Yahya Kemal:
“Bu şehir Fatih devrinin ruhanî bir mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya yatardı. Halkı rivayet ederdi ki ya Bağdat’ta bir evliya fazla imiş, yahud da Üsküp’te, ulemâ henüz bu bahsi halledememiş. Lâkin Üsküp’ün evliyâları hep cengâverdirler. Türbelerinin duvarlarında bir insanın taşıyamayacağı kadar ağır ve büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı dururdu…”[v]
Bütün bu nostaljik ve sıcak ifadelerin ötesinde Yahya Kemal’in, Üsküp’ü, kaybedilen savaşların, zorunlu göçlerin ardından “hâlâ” bizim olarak kabul ettiğini de belirtmemiz gerekmektedir. Zira Yahya Kemal’de çok geniş ve sadece toprağa, coğrafyaya bağlı olmayan; göçlerin, savaşların ve savaşlar sonrasında masa başında çizilen sınırların belirleyemediği, hükmedemediği bir vatan telâkkisi vardır. Bu kabul, “Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene” mısraıyla kristalleşmiştir.
İşte şairimiz için Rumeli böyle bir vatandır. “Türkçe’in çekilmediği yerler vatandır” diyerek, orayı Türkçe konuşan bir kişiyle bile vatan toprağı kabul eden bir görüştür bu. Yahya Kemal için Anadolu ve Rumeli, birbirinden ayrılmaz parçalardır. Şairin Anadolu tabirini kullandığı her yerde Rumeli de vardır, zira iki toprağın da mayasını aynı medenî seviye, aynı ruh çalmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında gazetelere yazdığı yazılarda Anadolu’nun Türk olduğunu ve Türk’te kalması gerektiğini ısrarla vurgulayan Yahya Kemal, bazı yazılarında Rumeli’yi de hatırlar ve oradaki Türk unsurun hakkını, toprağını savunur, özellikle Batı Trakya ve Edirne için yazılar neşreder. Şairin zihninde, ruhunda ve muhayyilesinde Anadolu ve Rumeli’nin “bir” ve birlikte yer alışının en sayısız örneklerinden yalnızca bir tanesi ise şu mısralardır – ki manzumenin bütününde geniş imparatorluk coğrafyası önemli ölçüde yer alır -:
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka– her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosva’dan, Niğbolu’dan, Varna’dan, İstanbul’dan…
Anıyor her biri bir vak’ayı heybetle bu an;
Belgrad’dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar’dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı?
Görüldüğü üzere Yahya Kemal, hem Üsküp’te doğmuş birisi hem de Türk medeniyet tarihini en iyi anlatıp savunan bir entektüel olarak Rumeli topraklarına derin bir dikkatle eğilmiş, yaşadığı devir için de bugün için de çok önemli ufuk açıcı görüşleriyle maddeten değilse bile manen bizde olan o toprakları Türk ruhu ve hafızasına canlı çizgilerle nakşetmesini bilmiştir.
Mehmet Samsakçı
[i] Yahya Kemal konu hakkında şunları söylemiştir: “… Artık benim için 1071’den evvelki devirlerimiz kable’t-tarih, fakat 1071’den sonraki devirlerimiz tarihtiler. Selçuk ve Osmanlı asırlarında Anadolu, Rumeli ve İstanbul’a, manzara ve mimarî itibariyle verdiğimiz şekli, lisanın yeni tecellisini, devlet ve medeniyetimizin yeniden yaratılış ve yürüyüşünü, sanayimizin, hariçten bir çiviye bile muhtaç olmaksızın, vatanın toprağından ve milletin eliyle yapılışını, ordumuzun bütün silâhlarını, donanmamızın, beşyüz sene bütün tahta, demir ve yelkenleriyle kendi elimizden çıkışını, hâsılı bütün bu terkibi şedid bir hayranlıkla idrak etmeye başlamıştım.”, Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal’in Hatıraları, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1997, s. 48-49.
[ii] Aziz İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005, s. 24-25.
[iii] Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1999, s. 12-13.
[iv] Yahya Kemal’in Hatıraları, s. 26-27.
[v] “Karanlıkta Uyanan Biri”, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıarlarım, s. 46.
KADRİ VESELİ PDK GENEL BAŞKAN YARDIMCILIĞI’NA SEÇİLDİ
ARNAVUTLUK’TA AKRAN ŞİDDETİ PROTESTOSU
BALKANLAR’IN GELECEĞİ TİCARETLE ŞEKİLLENECEK
İSTANBUL EĞİTİM ZİRVESİ 2024 DÜZENLENİYOR
ÜSKÜP’TEKİ FESTİVALDE TÜRK ÇAYI TANITILDI