a
b
b

FOTOĞRAFA, GÖRMEK VE GÖRÜNMEK’E DAİR

FOTOĞRAF
dört kişi parkta çektirmişiz,
ben, orhan, oktay, bir de şinasi…
anlaşılan sonbahar,
kimimiz paltolu, kimimiz ceketli
yapraksız arkamızdaki ağaçlar…
babası daha ölmemiş oktay’ın
ben bıyıksızım,
orhan, süleyman efendiyi tanımamış.

ama ben hiç böyle mahzun olmadım;
ölümü hatırlatan ne var bu resimde?
oysa hayattayız hepimiz.

Melih Cevdet Anday

            Göz ve görüntü, insan bilgisinin ve muhayyile kudreti ya da zenginliğinin en önemli kaynaklarından birisidir. İnsanları, nesneleri veya tabiat manzaralarını bizim için anlamlı yapan ve onlara derinlik katan şey bizim görüş zaviyemizin genişliği ve bakma, görme ve nihayet anlama-anlamlandırma gücümüzle çok yakından ilgilidir. Mesela ismini işittiğimiz ve bir şekilde hatırladığımız insanların muhayyilemizdeki ilk canlanışları daha çok göz zevkimizle, bizim göz hafızamızla olur. Kadının sese ve erkeğin kokuya özel ilgileri olduğu çok bilinen bir gerçektir fakat gözün ve görüntünün dünyanın neresinde yaşıyorsa yaşasın, hangi kültüre ve inanç sistemine bağlı olursa olsun insanın en kuvvetli hassası olduğu da ikinci bir gerçek olarak karşımıza çıkar. Bununla beraber klâsik kültürümüzün daha ziyade kulak terbiyesine bağlı bulunduğunu, eskilere göre âlemde bâki kalacak olanın “bir hoş sada” olduğunu gözden ırak tutmamak gerekir. O yüzdendir ki yaklaşık 26.000 beyitlik Mesnevî-i Şerif “biş-nev” (Dinle!) nidasıyla başlar. Bu nidanın tasavvufî ve edebî şerhleri de büyük yekûn tutar.  O kültür, ilmi ve irfanı satırdansa sadıra aktarmayı seçerdi. Ama yine unutulmamalıdır ki insanın görmeye, “baş gözü ile” görmeye olan ezelî iştiyakı da söz konusudur. Hz. Musa’nın neden “Len terani!” nidasına mazhar olduğunu herkesin malumudur.

Görülen şeyin anlamı da gören kişinin hayat tecrübesiyle, sanat zevkinin inceliği ve yüksekliğiyle, en kısa tabiriyle iç âleminin zenginliğiyle çok yakından ilgilidir. Bir şiirin bize söyledikleri nasıl bizim o şiire söyletebildiklerimizle orantılıysa bir resmin, bir fotoğrafın bizim için ifade ettiği mânâ da bizim onu mânâlandırma kudretimizle yakından ilgilidir. Bu, bize hiçbir diyeceği olmayan, bize herhangi bir şey söylemeyen bir esere taşımadığı veya hak etmediği anlamı vermek değildir bilakis resmi, o fotoğrafı bizim bilgi, hayal ve estetik dünyamızın genişliği ve inceliği nispetinde yeniden kurgulamak tabir yerinde olacaksa yeniden yaratmaktır. Göstergebilimin çağımızdaki büyük ustalarından olan Umberto Eco’nun üzerinde ısrarla durduğu “Açık Yapıt” nazariyesi bununla çok yakından ilgilidir. İç dünyası geniş ve renkli; sanat, tarih, insan ve toplum üzerinde çokça düşünmüş, bütün bunlara ait kendisinde entelektüel bir donanım oluşturmuş kimseler için her sanat eseri, her tabiat parçası, her insan, her şey bir açık yapıttır. Her şey, engin ve geniş bir bakış açısı sayesinde, yeniden kurgulanmayı, yeniden yaratılmayı bekleyen bir açık eserdir. Fotoğraf, objektifin arkasında veya önünde olsun, âlemin yeniden oluşturulmaya açık olan yapısına en müsait olan sanatlardan birisidir. Bir insanın değişik ve özel bir hareketini yakalayan, bir jestini ebedîleştiren bir kare fotoğraf çok defa fotoğrafı çeken kişinin o an düşündüğü veya hayal ettiği gerçekliğinden çok öte bir anlama bürünebilir. Her fotoğrafın bir hikâyesi vardır, evet, fakat bu fotoğrafın çekiliş ânından ziyade o fotoğrafı gören ve anlamlandıran kişilerin ürettikleri hikâyeyle ilgilidir. İyi bir sanat eseri, kendisiyle kaim olmayan, kendisiyle sınırlanmayan, bitmeyen eserdir. Her kaliteli eser, her okuyucu ya da izleyiciyle beraber yeniden büyüyen, yeniden serpilen eserdir. Fotoğrafta da bu böyledir.

Fotoğraf denince açılması gereken parantezlerden birisi de “görünmek”, “poz vermek” bahsidir. Her sanat eseri, muhatabına kendisinin bir hayal ürünü olduğunu, bir kurmaca olduğunu bir şekilde hissettirir. Sanat, adı üzerinde “yapılmış, yaratılmış” bir şeydir. Aynı kökten gelen “sun’î” kelimesinin “yapay” sözüyle karşılanması bunu iyi örnekler. İşte sanat eseri, daha adından başlayarak bir taraftan yapay, danışıklı olduğunu telkin ederken bir taraftan da alttan alta samimîliğini, içtenliğini, doğallığını ispatlama gayesi güder. Fakat sanatlar arasında şahsî yaratmaya en az imkân veren bir sanat olan (çünkü dış âlemi değiştirme ona yeni libaslar giydirme, ona başka bir şekil vermenin zorluğu en çok fotoğrafta kendisini gösteriyor) fotoğraf, gören gözün, deklanşöre basan parmağın doğallığından ziyade, görünenin, resmi çekilenin, pozu verenin samimî, tabiî hâliyle ilgilenir. Dişçi ve berber koltukları ile beraber belki de insanoğlunun kendisini en gergin hissettiği yer bir fotoğraf makinesinin karşısıdır. Poz vermek, bir anlamda kendinden vermek, kendini fotoğrafın ve fotoğrafçının zevkine, hâkimiyetine teslim etmektir. Fotoğrafçının bu noktada çektiği çileyi anlamamak ve hakkını teslim etmemek imkânsızdır. Hem zihninde ve gönlünde oluşturduğu, kurduğu, hikâyesini yazdığı âlemi elde etmeye çalışacak, bunun için resmini çekeceği kişi veya nesneyi istediği noktaya getirecek, hem de onun en tabiî, en kandırmacasız, en makyajsız, en kamuflajsız jestini yakalayacak… Demirden leblebi…

Büyük yazar Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, ilerlemiş yaşlarında, güneşli bir güz veya kış günü elinde bir fotoğraf makinesiyle çektirdiği bir resmi vardır. Fotoğraf çekerken fotoğrafınızın çekilmesi… İki aynanın birbirine bakmasındaki ebediyet hissi gibi bir şey. Büyük ihtimalle her sanatçıda olduğu gibi, Tanpınar’da da bir sonsuzluk istediği, bir “yok olmaktan korkma” söz konusuydu. Gerçi Hz. Yunus inanmaya davet ettiği ve kendisinde Yaratıcı’sını, Yaratıcısı’nda kendisini görmesini istediği kişiye asırlar evvelinden o berrak ve sade sesiyle

Ölümden ne korkarsın

Korkma ebedî varsın                                   

diyordu. Ama insanoğlunun zamanı durdurma, bir ânın içinde ebediyen kalma, ebedîleşme arzusu hiç dinmeyecektir. Necip Fazıl da “biricik meselem sonsuza varmak” derken bunu söylüyordu. İşte ustası ve daha birçokları gibi Tanpınar da ebediyetin saf ve biçare âşıklarından birisiydi ve bu sevgiliye visal için sanat en kestirme ve güvenli yollardan birisiydi. Şair ve romancı Tanpınar’ın “ebedîyet, billûr, kristal” gibi sonsuzluğu anlatan veya çağrıştıran kelimelere nasıl müptelâ olduğu erbabına malumdur. Onun fotoğrafa, resme yani özel bir ânın yine özel bir şekilde ebedîleşmesine düşkünlüğü biraz da bundandır. Ya da tersine bir ifadeyle, onun sonsuzluk iştiyakının tezahürlerinden birisidir fotoğraf… Sonsuz ve bitimsiz bir varlık insan iradesinin ve kudretinin kaldıramayacağı bir şey olsa da, sonsuz olana, bâki olana bağlılık da bir anlamda “dolayısıyla ya da sayesinde daimî vücuttur”. Nasıl Hz. İbrahim, bir ana Rabbi olarak düşündüğü yıldızın battığını görünce “Ben batanları sevmem” (En’am, 76) demişti. O’nun Rabb’i öncesiz ve sonsuz olmalıydı. Kısacası, her canlının bir kemal ve zeval demi vardır.

Objektifin Önünde veya Ardında Olmak… 

İşte meselenin tümü değilse bile bir tarafı! Yukarıda da bir vesileyle sanatın ikili yapısından bahis açmıştık. Bir eserde asıl olan sanatçı mıdır yoksa okur veya seyirci midir? Sanatçı, eserini örerken veya kurarken kendisini karşı tarafın yerine koyar mı, koyarsa bu bir çeşit faydacılık olur mu? Bunlar hemen hemen sanatın bütün şubeleri için geçerli sorulardır. Bazen de sanatçı, kendi gerçek yaşantısını, hayat tecrübesini, hatıralarını eserine nakşeder, başka isimler, meslekler ve çevreler sayesinde, hayatını bir kere de kendi kaleminden ya da objektifinden seyreder. Fotoğrafta bu nasıl olabilir? Bir fotoğrafın içinde, fotoğrafçının hayatını, arzularını, kırıklıklarını yakalamak ne kadar mümkündür? Veya daha önceleri, görünen, poz veren, rol yapan (tabiî bütün sanatçıları kastetmiyoruz, en muhkem, en kesin senaryolara, en çetin ve dediğim dedik yönetmenlere direnen ve rol yaparken de kendisi olan, kendi tavrını, jestini, şahsiyetini, üslûbunu koruyan büyük sanatkârlar vardır) kişinin, bir sefer için bile olsa kameranın ve objektifin arkasına geçmesi, deklanşöre basan parmağın sahibi olması nasıl bir duygudur? Kendimizi bir başkasının veya karşımızdakinin veya “öteki”nin yerine koymamız, onun kelimeleriyle düşünmemiz ve onun kalbiyle hissetmemiz ne kadar güçtür! Bir elbiseyi çıkarıp diğerini giymek kadar kolay ve katlanılabilir olmasa gerek.

Yazdığı veya canlandırdığı karakter topluma ne kadar aykırı, ne kadar ters olursa olsun bir sanatçının o toplum için ifade ettiği bir anlam vardır. Her şeye muhalif de olsa, her iyi şeye model de olsa bir sanatkâr, insanlar için bir değer taşır. Çünkü kendi şahsiyetinde, taraftar veya muhalif birçok düşünceyi, inancı, ideolojiyi çağrıştıran, kendisi üzerinde bir toplumun veya insanlığın yükünü taşıyandır gerçek bir sanatkâr. Bu kadar önemli, etken bir şahsın, “görünen” olmaktan “gören” olmaya çıkması, “seyredilen” olmaktan “seyreden” olma makamına çıkması küçük bir kabuk değiştirmeden, rol farklılaşmasından çok öte bir şey olmalıdır. Her sanatçı, sanat hayatının bir yerinde, şair gibi

 

Seni düşünmek güzel şey,

            ümitli şey,

            dünyanın en güzel sesinden

            en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey…

            Fakat artık ümit yetmiyor bana,

            ben artık şarkı dinlemek değil,

            şarkı söylemek istiyorum…

 

kabilinden kalemi, kamerayı veya fotoğraf makinesini eline alıp “bu kez de dünyayı, tabiatı, insanı, onun hislerini, onu hayatını benim gözümle, benim gönlümce görmek ve göstermek istiyorum” diyebilir. Ve bu, sanatçının daha evvel çeşitli eserlerde müstear veya emanet olarak yaşadığı hayatın gerçekliğine yönelmesi, varması, dünyaya ve insanlara kendi gönlünce renkler, şekiller vermesi gibi bir şey olur. Ve pek az şey, yıllarca görülen, canlandıran, seyredilen yahut resmi alınan birisinin gün gelip gören, canlanan, seyreden, resim çeken olması kadar ilginç olabilir. Bu iki ayrı yıldızın buluşması, iki dağın birleşmesi gibi mucizevî bir şey olmalıdır. Sokrates, “Akıllı âşık, ihtiraslı âşıktan iyidir” der. Aşk geldiğinde akıl yerinde durabilir mi, ya da aklı hâlâ başında olana âşık-ı sadık denir mi bilinmez ama bir kişinin kendisini hem kameranın veya objektifin önünde, hem de arkasında hissetmesi ayrı bir zenginliktir. Bu katmerli sanatkârlığı, bu iki kişinin konumu ve kudretiyle birlikte düşünme ve hissetme kudretini gösterebilene de “Aşk olsun!”dan başka denecek söz herhalde yoktur.

 

0 0 0 0 0 0

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.

Sıradaki haber:

İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ

KÖŞE YAZISI

TÜM YAZARLAR
erkasap
ERCAN KASAP
“Karanlıktan korkan çocuğu kolaylıkla hoşgörebiliriz.Yaşamdaki asıl trajedi,yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır” (Platon) 60 yıldan bu yana kesintisiz Türkçe eğitimin yapıldığı Priştine’nin tek ilköğretim okulu “Elena Gjika” okulunun müdür yardımcısı görevine uzun yıllardan sonra bir Türk öğretmen seçildi, tam da güzel oldu, hak yerini buldu derken, Türk topluluğunu derinden sarsan tatsız bir olay yaşandı. “Elena Gjika” okulunda görev yapan Arnavut öğretmenler, ne hikmetse, müdür yardımcılığına Türk öğretmenin seçilmesini hazmedemedi.K ararı, derslere girmemekle boykot etti. Ardından Arnavut öğrenciler Türk öğretmen ve öğencilerine sataştı, tartakladı ve çirkin hareketlerde bulundu. Anlatıldığna göre Arnavut örencilerinn tepkisi tam bir mlliyetçilik gösterisine dönüştü. Holiganlık davranışları sergileyen Arnavut öğrenciler, Türk öğretmen ve öğrencilerine adeta terör estirdi. Esir kaldıkları sınfların kapıları tekmelendi, camlar kırıldı,”burası Arnavutlarındır” sloganları atıldı. 65 yaşında bir Türk öğretmeni 13- 14 yaşındaki Arnavut öğrenciler tarafından tartaklandı. (9’uncu sınıf Türk öğrencilerinin toplu olarak imzaladıkları mektupta, biyoloji ve fizik derslerini veren kıdemli öğretmen Abdullah Bırvenik’in Arnavut öğrenciler tarafından koridorda etrafının sarıldığı, tartaklandığı, Arnavut bayrağıyla sarılarak, sataşmalara maruz kaldığı ileri sürülüyor). Sebep, sadece ve sadece müdür yardımcılığına seçilen öğretmenin Türk olması!
b
b

SIZIN KÖSENIZ

TÜM YAZARLAR
konukyazar
SİZİN KÖŞENİZ
Sizin Köşeniz bölümünde siz değerli okuyucularımızın .............
jojobetCasibom GirişJojobet Giriş YapcasibomMeritking Girişholiganbet girişbaywincasibom güncelcasibom girişdeneme bonusuCASİBOM GÜNCELcasibom girişcasibomgrandpashabet giriş